![]() | |||||||||||||||||
| |||||||||||||||||
| |||||||||||||||||
Sponsor Alanı![]() Anamur SEDİRAnamur SEDİR 1993-1994-Aralık 1993 1. Sayı-Ocak 1994 2. Sayı -Şubat 1994 3. Sayı -Mart 1994 4. Sayı -Mayıs 1994 5. Sayı SaatHİKÂYELER![]() İmran AKSOY HikâyeleriAna MenüSponsor Alanı![]() Ziyaretçi Bilgileri
HAVA DURUMU |
CİŞEİNNAME-4![]() 17 Ocak 2016, 22:47 CİŞEİNNAME-4 Bu Bap, Cişein’in Orta Tahta Çıkışı Üzerinedir. Cişein, bütün hauşlarını, Tilki Yılı'nın serin bir güz gününde, büyük bir meydanda topladı. Artık karar verme vakti gelmişti. Üç Başlı ucubeye meydan okuyacaktık. Ya, Kutsal Mızsopkıl’ı kendi rızalarıyla teslim edecekler ya da savaşa razı olacaklardı. Cişein, hauşlara hitaben: “Muhterem hauş kardeşlerim. Bu mübarek günde burada toplanarak nefsinizle yaptığınız harbi zaten kazanmış oldunuz. Bundan gayrisi elbette pek kolay olacaktır. Karşı taraf savaşmaktan korktuğu içün illaki güreş dese de ben buna razı olamazdım. Tanrının da desteğiyle bu meydanı yağıya dar edeceğiz. Benim, bizzat tayin eylediğim kumandanlarınızdan gelen emirlere harfiyen uyarsanız zafer bizimdir. Değilse perma perişan, rezil rüsva olursunuz. Sağ kanat hauşların komutanı, ünlü başpehlivanlarımızdan Arbüş’dür. Sol kanat kumandanınız küffarın elvan türlüsünün dilinden anlayan, talimini Frengistan’da tamam eyleyen Oturanşe’dir. Orta cenahta şehzadem Şecibi ve ben bulunacağım. Takviye birliklerini, pîrim ve yeni müttefikimizin taifesi ile başlarında Başmelle, "Kâfi değil lâkin he’"ciler ve dahi, kımız müptelâsı cengâverler oluşturacaktır. Koinleri bu gazaya katmadım. Onlar dahi ilerleyen zamanda lüzum eder ise vasıl olacaklar. Ayrıca her kanatta, yiğitliklerini icra eyledikleri gasp huruçlarıyla yüzlerce kez ispat eylemiş olan haramî kumandanları, Cisancaktar Bey, Çağlayşe Bey, Mumşe Bey ve İbliegeci Bey yer alacaktır. Ola ki benim başıma menfur bir hal gele; işte o vakit kılıcımı Daşe kuşana, onun da başına menfur bir şer gele; işte o vakit kılıcımı Şehzade Şecibi kuşana. Onun da başına bir şer gelir ise başınızın çaresine bakasınız. Şimdilik az biraz dinleniniz, biraz sonra büyük gaza başlayacak. Gazanız mübarek ola!” dedi. “Yaşa, var ol!” nidaları bozkırı boydan boya titretti. Titretti titretmesine de Arbüş fena bozuldu. "Cişein'in başına bir şey gelirse yerine ben niye geçmiyorum? Oturanşe olsa da bir itirazım olmaz. Allah'ını seversen bir söyle! Bu yeni yetme Daşe nerden çıktı?" diyerek dert yandı. "Gazveyi düşün, gazveyi... Bırak gerisini. Hem sus da azıcık dinlenelim." diyerek geçiştirdim. Cişein'den "Hücum!" komutu beklerken, ne kadar dinlendiğimizi bilemeyeceğim, bir şamatayla ortalık karıştı. Yeni baş soytarı bir şeyler duymuş olmalı; bir yandan dans ediyor, bir yandan da şiir okuyordu. “Bu gün Üç Başlı öldü. Sevenler başsız kaldı. Eğlensin koin, hauş. Mızsopkıl bize kaldı.” Mesele çabuk anlaşıldı. Bizimkiler, cümbüşler tertipleyerek büyük bir yaygara kopardılar. Öbür yanda, Üç Başlının cenazesi ortada kaldı. Yandaşları aniden yok oldular. Birçoğu koinlere katıldı. Az, birazı da bilinmez deliklere sindiler, sesleri solukları çıkmaz oldu. Cişein, o hengâmede, bir hışımla geldi, Kutsal Mızsopkıl’ı kaptı. Sulak bir ovaya, devasa bir otağ kurdurdu. Üç Başlı yaratıktan boşalan orta tahtı getirterek hemen kuruldu. Gönlünden esas geçen büyük taht idi; ancak şimdilik “Bu kadarı yeterli.” dedi. Hemen yanı başına Sihirli Mızsopkıl’ı, otağın önüne tuğlarını, sancaklarını diktirdi. Zaferi gazasız kazanmıştık. Davullar çaldı. Borular öttürüldü. Tulumlar üfürüldü. Kutlamalar epey uzun sürdü. Cişein, "Heman vezirlerimi seçeceğim!" dedi. Erken gelen bu zafer, işini biraz zora sokmuştu. Tahtını henüz tam sağlama alamamıştı. Gönlü olmasa da bazı hauşları vezir yapmak durumuyla karşı karşıyaydı. Koinlerin durumu ayrı bir sorundu. İnsan soyuna da gün gelip işi düşebilirdi. Birer koltuk da onlara ayırmalıydı. Sermülk Tapını'na az inanan, eski büyüklerinden Başpehlivan Arbüş'ü, acı günlerden ve salsüm törenlerinden sorumlu vezir olarak seçti. Bu salsüm törenleri gerçekten önemliydi. Sık sık yapılması gerekti. Bu törenler olmazsa, koinleri bir arada tutamazdık. Bu konuda vezir atama kararını verdiği günkü toplantı aklına geldi. "Ya Güfeci de bir vezir istiyorsa?" dedi. Onun Ak Ülke'deki Başmelle'sine hemen bir ulak gönderdik. O da acele yetişti. Cişein, durumu anlattı. Başmelle: “Biz öyle tek bir vezire filan razı olamayız.” dedi. Hazırlıklı olduğu anlaşılıyordu. Bir kenara çekildi. Az, biraz gizli gizli bir şeylere baktı. Sonra geldi. İstediklerini bir sıraladı, pir sıraladı. Cişein afalladı. “Bu kadar şeyi verirsem bana ne kalacak?” der gibi baktı Başmelle'ye. Neyse ki o da listeyi daralttı. Meğer pazarlık için yüksekten uçuyormuş. Cişein: “Bak, ne istediyseniz hepsini verdim. Sonra oyunbozanlık olmasın.” dedi. Başmelle şöyle bir sırıttı. “Listenin yarısını sildiğimi görmedin galiba!” diyerek latife yollu takıldı. Cişein, Başmelle gittikten sonra kalan vezirlerini ayarlama işine koyuldu. Yanında benden başka kimseyi koymadığını sansa da belalısı gelip karşısına durmuştu. Sanki ne yapacağını takip ediyordu. “Bak, tahta çıkmak istiyordun, çıktın. Buralara gelirken hep meşveret, meşveret dedin durdun. Ne oldu şimdi? Krallık seni şımartmasın. O yanındakiler olmasaydı buralara gelebilir miydin? Onları da dinle!” Cişein'in kafası karıştı . İmdadına başrahibin hayali yetişti: “Vezir işi önemlidir. Ona, buna akıl danışırsan ileride başın ağrır. O zaman insanlık adına yapacağın faideli işler aksar. Şimdi düşün: İnsanlığa faideli olmak mı daha mühim, yoksa meşveret mi?” “Öyle ya…” dedi. İşine kendi başına devam etti. Sonradan bir anormallik olursa çabuk silkeleyip atabileceği dört has hauş belirledi. Bunlardan ikisi önceden iyi tanıştığımız, haramilikte çok çok uzman hauşlardı. Biri de başka yaratıkların dilinden anlayan, gerekirse her tür fırıldağı döndürebilecek bir canlıydı. Sonuncusunu da insan soylulardan seçti. Bu insan soylu, daha önce Büyük Aykırı Taife'ye önder olmaya çabalamış, pek yüz veren olmamıştı. Cişein, ondan belki bir faide doğar umudundaydı. Tedbiri elden bırakmadı. Her an kıvırabilir düşüncesiyle, yardımcılarını yine has hauşlardan kendisi ayarladı. “Bunlar senin emrindeler!” diyerek güya onun işini kolaylaştırmış gibi davrandı. Vezir atama işini şimdilik tamam etmişti. O kadar umut ettiğim halde beni vezir yapmadı. Hangi maksatla olduğunu pek anlayamadım, daha önce hiç de yakınından geçmediğim bir iş verdi. Başkolcubaşı oldum. Beni neden bu göreve getirdiğini sordum. Dedi ki: "Her taraf yağı dolu. Bizim yeterli elemanımız yok. Kolcu olarak, Güfeci taifesi ve kımız müptelası cengâverleri kullanacağız. Söyle bakalım başlarına kimi getireyim? Salsüm Arbüş'ü mü? O, hem bu işi beceremez hem de mızıkçılık yapar. Biliyorsun sen en güvendiğim sırdaşımsın. Beni sen koruyup kollayacaksın. Anladın mı?" Bütün bu işler sırasında aklından çıkmayan bir şey vardı: Vicdanı. Bu meseleyi kendisi açısından çözmüştü; ancak kafasına takılan bu değildi. Ya vezir ya da önemli koltuklara oturttuğu hauşlardan vicdanına yenik düşenler olursa ne olacaktı? O, bu mevzudaki olanları ve düşündüklerini anlattıkça ben de sıkıntıya düşüyordum. Eninde sonunda benim de bir vicdanım vardı. Sık sık gündeme gelmese pek bir sıkıntı olmuyor; ancak hemen hemen konuşulup durunca, durum değişiyordu. Ak Sakal'ın son söylediklerine bakınca, onun yanına gidip dertleşmeye de cesaret edemiyordum. Cişein, bu vicdana yenik düşme hususunda, Başmelle ile görüşmeyi uygun gördü. Bir ulak gönderdi. O da hemen geldi. Meseleyi açtı. Başmelle de aynı Derya Ötesi Ülke'deki piri gibi baktı yüzüne. Yine aynı onun söylediği gibi: “Kolaay!..” dedi.. Cişein, içinden kızsa da belli etmedi. “Nasıl oluyor da bunlar her şeyi kolay yapıyor, öfkeden çıldıracağım.” dedi kendi kendine. Başmelle'ye manalı manalı baktı. “Nasıl kolay ki?” dedi. “Önce hepsini bir araya toplayacaksınız.” Cişein, hemen araya girdi, bu kez o: “Kolaay...” dedi. Başmelle, duymamış gibi sözlerine devam etti: “Elemanlarına, bu memleket idaresi işi, çok kolay olmayan bir iştir. Aynı zamanda da ulvi bir iştir. Bu yolda vicdan demek, zaaf demektir. Zaaf ise kâfirin zaferiyle neticelenir. Yapılan bir iş, kâfirin zaferiyle neticeleniyorsa bunca emeğe günah değil mi? Bu yüzden her işte vicdanı bir kenara koyacaksınız dersin, olur biter.” “Ya itiraz eden olursa?” “Biz öylelerini baştan çizeriz.” “Ha... Anladım, anladım.” *** Her işini düzene koyan Cişein, hanedanını topladı, kanatlı ejderine bindi, eski payitahtın yolunu tuttu. Oradaki saraylardan birinde birkaç gün keyif çıkarmayı tasarladı. Saray, deryanın kıyısında güzel ve büyük bir bahçenin içindeydi. Herhangi bir sorun yaşanmasın diye çevre vilayetlerden ve eski payitahttaki kolculardan toparladığım bir alayı kendi ellerimle çevrede mevzilendirdim. “Etrafta kuş uçurtulmaya!” diye sıkı sıkı tembihledim. Kralın yakın korumalarıyla birlikte saraya girdim. Cişein, ilk iş olarak başhulemasını çağırttı. “Biliyorsan ne alâ, bilmiyorsan derhal rivayetleri incelet. Bana, valide sultana ve şehzadelerime ve dahi bilumum hanedan mensuplarına münasip en şatafatlı ecdat kıyafetlerinden bir dürü hazırlat. Bu akşamki ziyafette misafirlerin huzuruna bu kıyafetler ile çıkılacaktır vesselâm.” dedi. Herkesle birlikte bu sürprize ben de şaşırdım. Bazıları birbirini dürtükleyerek gülüşmeye başladı. Cişein, farkına vardı; ancak gerginlik olmasın diye görmezden geldi. Başhulema: “Emriniz başım gözüm üstünedir, mübarek hünkârım.” diyerek koştu gitti. Peşinden birkaç kolcuyla ben de seyittim. Başhulema, hemen sarayın sandıklarını açtırdı. O kadar çok urba vardı ki, seçemedi. Yardımcı olur umuduyla valide sultana haber uçurdu. Saraydaki hurafeci ve rivayetçileri topladı. En çok çekindiği, bir pot kırmaktı. “Ya hünkârın hazzetmediği ‘Gâvur kral’ın kıyafetini seçersem.” diye titreyip duruyordu. En büyük ve en uzun tahtta kalan kralınkini biliştiler ve onu dürüye koydular. Kalan yerinin hangisini giydiği o kadar da önemli değildi artık. Çabucak ötekilere de bir şeyler denkleştirdiler. Valide sultan, hadım hauşlardan birini çağırdı. “Bu başhulemanın bir şeyden anladığı yok. Sen bana ünlü âlim Çanakçıyı getirt.” dedi. Meğer, Çanakçı da o civarda bir aynalı camdan rivayet ve dahi hurafe üfürüm işiyle meşgulmüş. Haber alır almaz yetişti. Valide Sultan: “Son halef sultanın akşam sofrasında yenen yemeklerin listesini acil olarak çıkarasın, aşçıbaşına veresin! Ha! Bir de şunu unutmayasın. Akşama senin muhitteki hulemalara da haber ver, hünkârın sofrasında olasınız!” dedi. Yeni soytarı başına da şu buyruğu verdi: “Üstünde mum şavkıyla gezecek olan kırk adet orta büyüklükte tosbağa ve dahi tefci, ve dahi tamburî ve de bilumum çengi ve çalgıcıyla, çirkincelerinden bir düzine rakkase hazır edesin. Hünkâr memleketinin havalarından pek hazzeder, bir de tulumcu bulmayı ihmal etmeyesin. Değül ise boynun vurulacaktır!” Zevatı bir korkudur aldı yürüdü. “Neler oluyor?” diye birbirlerine bakıştılar. Yeni payitahtta böyle şeylerle karşılaşmamışlardı. İçlerinden biri cesarete geldi. “Hanımefendi neler oluyor, anlayamadık?” “Siz ne söyleniyorsa onu yapın. Soran olursa da 'temsil, temsil' der geçersiniz. Bir de şunu unutmayın. Bu akşam hanımefendi filan yok. 'Kraliçem' demek ağzınıza yakışmıyor mu? Hadi! Hadi! İşinize bakın!” Öteki, gene bir şey anlamamıştı; ancak yapabileceği bir şey de yoktu. Kuyruğunu kıstı, emirleri yerine getirmeye koyuldu. Akşam yemeği için sarayın bütün salonları hazırdı. Sofralar serilmiş, siniler birbirinden nefis mezelerle donatılmıştı. Konuklara ilk olarak; mersin balığı havyarı, kaz ciğeri, hellim peynirli okyanus yosunundan mütevellit börek ikram edildi. Arkasından zemheride dökmüş hıyar çiçeği soslu lagos balığı kuyruğu çorbası, arkasından, Hindistan cevizi, zencefil ve sır olarak saklanan bir baharatla terbiyelenmiş, bir yaşında, erkek ceylan sırtı pirzolası, sülün göğsü, keklik kanadından müteşekkil karışık kebap, yanında Derya Ötesi Ülke'den getirtilmiş zeytinyağlı yarı taze fasulye sövüşü ikram edildi. Tatlı olarak da Acemistan’dan getirtilmiş karpuzla süslenmiş Antep fıstıklı havuç baklavası yendi. Tatlı biraz yavan gelmiş olmalı; envai tür meyvenin karışımından yapılmış, Mısır kamış şekeriyle tatlandırılmış şerbet ikram edildi. Cişein, ziyafetin başlarında tahtından biraz ötede kurulan kürsüye yöneldi. Misafirlere hitap etti. “Akşamı şerifleriniz mübarek ola. Hoş gelmişsiniz, sefalar getirmişsiniz. Aziz ve pek muhterem hazirun, kıymeti âli kardeşlerim. Şimdi bu aykırı taife diyecek ki; nedir bu ihtişam? Onlar eski kafa. Bizim ecdadımız bu sarayları, böyüüük dövletlerinin son yüzyılında yaptı. Hem de ne zorluklarla? Memleket, dört bir yandan saldırıya uğramış, gencecik yavrular aç susuz cephelere koşuşmuş iken, yedi düvele gücümüzü göstermek için yapıldı. O zaman da, 'milletin yiyecek ekmeği yok iken borçla, derçle saray mı yapılır?' diyenler, aynı şimdiki geri kafalıların atalarıydı. Onların beyni, dövletin itibarının ne menem bir şey olduğunu anlayacak kapasitede değül idi. Millet mi mühim, itibar mı? Sultanı zi şanımız, efendimiz, bu sarayları yaptırmasa idi, dövletin itibarı beş paralık olmaz mıydı? Dövletin itibarı mı önemli, borçsuz olmak mı önemli? Şimdi şunu da sorarım. Sultanımız Efendimiz Frengistan kâfirine hicret ettiğinde bu sarayları götürdü mü? Hı? Altında teker mi var ki bir yerlere götürsün. İşte biz evlatlarına miras kaldı. Tapın onlardan razı olsun. İşte bu farkı anlayamayanlarla da bizim çok işimiz olacak. Bu güzel akşamda bunların yeri miydi? Evet. Elbette bunların bilinmesi lüzum eder. Bilinsin ki, ileride bizi anlayacak, kinimizi kin, dinimizi din belleyecek nesiller yetişsin. Çok konuşup da sizi daha fazla aç bırakmak istemem. Tekrar tekrar berhudar olasınız. Afiyet olsun.” Bu “muhteşem” nutuktan sonra sadece damak mı ağız mı hangisi olduğu karışık şapır şupur sesler duyulmaya başladı. Yendi de yendi… Başhulema yiyeceklerin çoğunun dokunulmadan kaldırılmasından rahatsız olmuş gibi yaptı. Yüzünü buruşturdu. Durumu fark eden Cişein: “Galiba sen anlatılan dersi tam kavrayamamışsın. İsrafmış, vicdanmış vs. böyle saçma düşünceleri kafandan at. Dövlet yönetiyoruz, dövlet. Değül ise her işte kâfire mağlûp oluruz.” “Affedersiniz hünkârım. Bir an dalmışım. İşte, eski alışkanlık. Bir de belki laf söz mü olur ki diye düşündüm.” “Suçun bir idi, iki ettin. Eski neymiş. Eski yok. Yeni, yeni Ak Ülke'yi inşa edeceğiz. Bu ulvi işi icra eder iken lafa mafa kulak asmayacaksın!” Başhulema içinden “Bu eski saltanat özentileri ne oluyor o zaman?” dese de dışından belli etmedi. Ne de olsa çıkarlarını gözetmeliydi. Ziyafetin ardından Cişein, hanedan soyundan olan kalabalık zevatın tebriklerini kabul etti. Bu arada müzisyenler derinden derinden çalıp söylediler. Cişein yorgun olduğu için Valide Sultan, sakinlik olsun istemişti. Sarayın deniz tarafındaki bahçede, çiçekler arasında, üzerinde rengârenk yanan mumlar ile dolaşan tosbağalar, hava muhalefeti vesilesiyle yakından izlenemese de pencerelere üşüşen zevat tarafından içeriden temaşa edildi. Valide sultan misafirlere: "Bir dahaki ziyafette şu gördüğünüz bahçeyi lâlelerle dolu bulacaksınız. O tosbağaların rengârenk lâleler arasındaki dolanışını şimdiden hayalinizde canlandırmaya başlayabilirsiniz!" diyerek söz verdi. Misafirleri uğurladık. Hünkâr, gece yarısından sonra, epey bir yorulmuş olarak yatağına uzandı. Sarayın içinde, dışında her kapıya ve köşeye kolcuları diktim, ben de derya tarafından bir odada istirahatı hayal etmeye başladım. Günlerdir Cişein de ben de doğru dürüst uyuyamamıştık. Çabuk geçindi. Tam odama yöneldiğim vakit valide sultanın feryadıyla irkildim. “Kolcubaşı yetişin!” Telaşla geri döndüm. Mesele çabuk anlaşıldı. Bir rüya mıydı, yoksa bir kâbus muydu anlayamadık. Tahta çıkışının ilk günlerindeki bu ilk saray gecesi, neredeyse zehir zıkkım oldu. Şöyle bir durumdu başına gelen: Cişein, küçüklüğünde bir keresinde benzer bir şey yaşamış. Herhalde on dört yaşında filanmış. Mahallede top oynamadan gelirken yolda atlı araba çarpmış bir köpek eniğine rastlamış. Küçükken her çocuğa öğretildiği gibi acıma duygusu iyice gönlüne yerleştirilmiş olmalı, yaralı yavruyu hemen bir sepete koyup, yakınlardaki baytara yetiştirmiş. Yaralarını tedavi ettirdikten sonra evlerine götürmüş. Evdekiler pek razı olmasalar da bakmış, beslemiş. Hayvan iyileşmiş. Ona alışmış, yanından ayrılmaz olmuş. İnsana en sadık hayvan köpekmiş. Çünkü köpek, her dediğini yapıyor, her gittiği yere onunla gidip duruyormuş. Aradan kırk gün mü ne geçmiş. Köpeğe aynı sokakta başka bir atlı araba daha çarpmasın mı? Zavallı yavrucak bu kez ecelden kurtulamamış. Cişein, çok üzülmüş. Sokağa çıkardığı için kendisini suçlamış. O gece, işte aynı bu günkü gibi uyuyamamış. Rüyasında ak benizli, ak kanatlı, ak gövdeli, uçuşan, kuşa benzer yaratıklar görmüş. Birisi gelmiş, hemen önündeki yüksekçe bir duvarın üstüne konmuş. Cişein’e demiş ki: “Ben senin vicdanınım. Köpeğin çarpılıp ölmesinde senin bir suçun yok. Haydi, rahat uyu.” Sonra kaybolup gitmiş. Bu arada Cişein uyanmış. “Hayırdır inşallah.” demiş, rahatlamış. Hemen sonra rahat bir uykuya dalabilmiş. Saraydaki bu ilk gecesinde de işte şimdi, benzer bir rüyadaymış. Sol omzuna bir ağırlıkla gelmiş. Aynen ejderiyle Derya Ötesi Ülke'ye giderkenki gibi. Uyanık olduğunda, aklı başında olduğundan bu belâyla baş edebiliyormuş. Rüyasında karşılaştığındaysa büyük işkenceymiş. Bu kez, ilk önceki rüyasındaki gibi görüyormuş. Şeklini tarif edemediği bir şeymiş omzuna bastıran. Gene kanatlı filanmış; ancak rengi beyaz değil az, biraz bozarmış. Kanadı, benzi, gövdesi, her tarafı kül gibi bombozmuş. Kulağını patlatacak gibi bağırıyormuş. Gene, “Ben senin vicdanınım!” diyormuş. O bağırdıkça Cişein de bağırarak uyanıyordu. Bir, iki derken neredeyse on olmuştu. Valide sultan, hanedan mensubu hatunlar ve şehzadeler de huzursuz oldular. Öteki odalarda kalan cariyeler, has uşaklar, hadım oğlanlar, iç oğlanlar, çanak, çömlek yıkayıcılar artık öykülere vardırmıştı işi. “Bu saray tılsımlıymış, cinler yaşarmış, bodrumunda şeytan görmüşler, sultanların ruhları gezermiş, mutfakta gulyabani varmış, kralın içine bir iblis çöreklenmiş, vs.” Bütün bu anlattıklarından ben de korktum. Nihayetinde birçok fırıldağı birlikte çeviriyorduk. “Hayırdır inşallah.” dedim, hayra yormaya çalıştım. Bu, bir geceden sonra artık sarayda kalmamaya karar verdiler. Gündüz gelseler bile gece kalmadılar. Hevesleri kursaklarından öte inememişti. O gece giyilen kıyafetler de dürülere konuldu, bir daha ne zaman giyileceği konusu ileri bir tarihe ertelendi. Cişein, o günden sonra, “Derya Ötesi Ülke'ye ilk gittiğimde bunları pirime danışacağım.” deyip durdu. *** Cişein, ilerleyen günlerde, yeni payitahtta büyük bir toy yapmaya karar verdi. Bu toya biraz da valide sultan önayak oldu. Eski payitahttaki olanları bir cinci kadına anlatmış. Cinci diyesiymiş ki: “Bunlar hayra dalalettir. Kırk bin kırk kişiye, kırk kere kırk kazanda kırk çeşit yemek dağıtırsanız yolunuzdaki her engel kalkacak.” Valide Sultan bunu Cişein’e anlatmış. O da bizi çağırdı: “Heman tez vakitte bir toy hazırlana!” dedi. Biz de elimizden geleni yaptık. Toya, Aşağı Yakın Batı’dan, Yukarı Uzak Batı’dan, Yakın ve uzak diyarlardan, Aşağı Kuzey Dünya’dan, İnfralayb’ın ulak yolladığı ve de emrettiği, Yaşe’nin onay verdiği değişik ülkelerden çok katılan oldu. Araya, şark taraflarından, onaysız, birkaç tane de kaçıntı sıkıştırdı. Yaşe de göz yumdu, bilmezden geldi. Toya, Derya Ötesi Ülke'de Akbina'da tanıştığı Merkürlüyle Marslı da katıldı. Onlar da Cişein’i davet ettiler. Gerekirse kendi kanatsız ateşli ejderlerini gönderebileceklerini de söylemeyi ihmal etmediler. Çünkü oralara henüz ateşsiz kanatlı ejderler gidemiyordu. O da geleceğine söz verdi. Daha başka kimler vardı kimler... Ak anaların Ak Ülke'siyle görülecek hesabı olan ne kadar kuyruk acılı mahlûkat varsa hepsi oradaydı. Aralarında savaşlar olmuş, birbirini kırmış ne kadar dağlı, ovalı varsa inlerini barklarını terk ederek, ortaklığı güçlü kılmak uğruna husumetleri bir kenara itelemişler ve Cişein’in çağrısına koşmuşlardı. Haramiler, iyi cinler, kötü cinler, yamyamlar, tamtamcılar, gaydacılar, haydacılar, soytarılar, siyasî dinciler, gayri siyasî dinciler, dinsizler, Zerdüştler, velhasıl elvan çeşit hauş oradaydı. Her birinin, Cişein’in şahsında, kendisini gördüğü bir tarafı vardı. Çeşit çeşit dişi, erkek, ortası, genci, kocası, kocakarısı raksın doruklarına çıktılar. En ileri olanlara keselerle akçe ihsan edildi. Bir alt kademedekilere zümrüt, elmas ve yakutlar ile süslü hançerler dağıtıldı. Koin takımı, tıka basa yedirildi, içirildi. Şeytan bombalarıyla sema şavk edildi. Çamçaklarla tuluklar dolusu şerbet dağıtıldı. Güzel güzel giden eğlenceyi mızmızlanarak bozan iki taife vardı. Bunlardan birisi: “Biz şimdiye kadar, kımızdan başka içki kullanmadık. Kımız gelmezse cayarızzz!” diyen cengâverler camiasıydı. Bunları önemseyen olmadı. Ben yine de ne olur ne olmaz, bunlar eski kulağı kesikler diyerek bulundukları yere bir manga kolcu gönderdim. Onlar da ne buldularsa yiyip içtiler. “Cayarızzz!” naralarının da içinin boş olduğu çabuk anlaşıldı. Mızmızlanan diğer bir taife de, önceleri sol kolda fırıldak çevirenlerden kalabalık bir gruptu. Yanlarına üç beş tane de 'Kâfi değil, lâkin heci' almışlardı. Bunlar da ötekiler gibi: “Biz şimdiye kadar aslan sütünden başka içki kullanmadık. Aslan sütü gelmezse cayarızzz!” diye nara attılar. Bunları da önemseyen olmadı. Birkaç kolcuyu da, belki taşkınlık filan yaparlar, ne de olsa eski anarşistler diyerek bunların etrafına gönderdim. Ne buldularsa yediler içtiler. Ötekiler gibi, bunların “Cayarızzz!” naralarının da boş olduğu anlaşıldı. Kalan yerinin başına kolcu molcu koymaya gerek görmedim. Bunlar zaten anadan doğma, aileden, mektepten ve de ibadethaneden kayıtsız şartsız itaatkâr olarak geldiklerinden bir göz işaretiyle hizaya geçiyorlardı. Toyun baş konuklarından olan Başhulema çok etkilendi. Benim solumda, ikimizin tam arasında oturan Arbüş'e duygularını aktardı. “Böyle bir merasim, en son Halife Mem'un zamanında Bağdat’da mı ne olmuştu, belki on asır evvel. O zaman halife, genç bir hatunla izdivacı vesilesiyle düğün merasimi tertiplemişti. Maşallah bizimki -hünkârın kulağına gitmesin- o zamanki saltanata şimdilik ulaşamasa da yaklaştı. Kim bilir; belki de tertipleyenler Halife Mem'un’a özendiler. Neyse, bu sefer olmadıysa gelecekte olur. Zaman çarkı duracak değil ya…” dedi. Arbüş de “İnşallah, inşallah!” diyerek tasdik etti. Toy günü, ak anaların Ak Ülke'sinde gece yarısından sonra, gariplikler başladı. Yıldızlar o gece söndü, sema kapkaranlık oldu. Hatta Merkürlüyle Marslı, bu durumdan dolayı çok korktular. Gezegenlerinin yok olduğunu sandılar. Aksi de oldu: Başka başka gezegenlerden çeşit çeşit ejderlere binerek payitahtın semalarında uçan meraklılar görüldü. Marslıyla Merkürlü, herkes yattığı halde uyumadılar. “Karanlıkta nasıl döneriz?” tasasına düştüler. Bereket versin, hauşlar ve koinlerin hepsi sızınca yıldızlar tekrar ışık vermeye başladı. Onlar da istirahata çekilebildiler. Bir başka gariplik de, bir asır önce ölen Ak Ülkelilerin çoğu topraktan gürleyerek ses verdiler. Toycular, o kadar çok eğleniyorlardı ki, bu durumu fark etmediler bile. Yazık, onların homurtusu boşa gitti. Koinler ve hauşlara katılmayan insan soylular, bu garipliği fark etseler de kaderlerine küstüklerinden, olanlar karşısında hiç tınmadılar. Biz ise "Her şey varacağına varır..." diyerek aldırmadık. Bir de o geceden sonra, Ak Ülke'de doğru dürüst yağmur düşmez oldu. Yağdığı zaman da sel oldu, afet oldu yaramadı memlekete. Bundan sebep mi yoksa başka hinlikler oldu da ondan sebep mi pek anlaşılamadı; memlekette çift çubuk işleri bozuldu. Malcılık hemen hemen öldü. Yenen içilen pek çok şey Frenk memleketlerinden satın alınır oldu. Frenkler kendi yemedikleri pirinci, mercimeği, mısırı bizimkilere kakaladılar. Saman getirip satan bile oldu. Velhasıl bizim hauşlar bu olumsuz durumdan da iyi istifade ettiler. Alış veriş işlerine girerek keselerini bir de öyle doldurdular. Böyle söyleyince sanki memleketin alayı akçeyle gönenmiş gibi bir hal ortaya çıksa da tamı tamına öyle değildi. Bizim kapıya kadar gelenler bir tarafa duyduklarım arşa çıkar. Hele orta beldelerden birinde bir vukuat oldu ki aklıma geldikçe ciğerim ağzıma gelir. Bir garip kadıncağız -kocası mahpus mu, asker mi yoksa gurbette mi hatırlayamadım- bebesiyle bir evde yaşıyor. Pencerenin camı yok. Hava soğuk. Akşam yatıyor. Sabah mı neyse artık, uyanıyor. Yanındaki bebeden ses yok. Meğer zavallı açlıktan ve soğuktan ölmüş. En önemli olay ise; o gece ne kadar koin ve hauş varsa birbirlerine benzer birer yaratığa dönüştüler. Hepsi de sanki bir anadan ve babadan gibiydiler. Usları da o gece, kılıkları gibi birbirine benzer bir hale dönüştü. Olanlardan sıkıntıya düşenler olsa da ilerleyen saatlerde alıştılar. Bu duruma en çok Cişein sevindi. Derya Ötesi Ülke'deki müttefikimizin adamlarına imrenmişti ya. İşte şimdi bu hayali kendiliğinden gerçek olmuştu. Gerçi bu, pek de kendiliğinden olmamıştı. Cişein bilmese de bana çok önceleri anlatmışlardı. Elindeki Mızsopkıl tılsımlıydı. O, kimin elinde olursa, yandaşları aynı şekilde, arzusu neyse o tipte olurlardı. Mızsopkıl’ı ondan önce elinde bulunduran Üç Başlı yaratığın, böyle bir dileği olmayınca, yandaşları önceden nasılsa öyle kalmışlardı. Hani, bu da o zamanlar bayağı yadırganmıştı. Gerçi uğraşsa da olmazdı. Mızsopkıl tek tip yapmaya sihirlenmişti. Üç Başlının tebaası da üç çeşitti. Mızsopkıl'ın sihri yetmeyebilirdi. O geceki toya, Derya Ötesi Ülke'deki yeni müttefikimizin, ak anaların Ak Ülke'sindeki yandaşları katılmadılar. Cişein ile Derya Ötesi Ülke'deki pirlerini ziyaret etmemden dolayı bana fazlaca sokulur olmuşlardı. Gerçi hesapları başkaymış; sonradan öğrendim. “Biz de gelelim mi toya?” dediler. Ben de "Siz bilirsiniz." dedim. Ne düşündülerse gelmediler. Herhalde, önce bir bakıp, duruma göre vaziyet almayı daha münasip görmüşlerdi. Toya, Doğu’nun Aşağı Yakın Batı’sından gelen Aresuş ve hanedanı diğerlerinden daha keyifliydi. Valide sultanla onlar aynı göbekten gelmeydiler. Bu yüzden ak anaların Ak Ülke'sinden kendilerine çok şeylerin düşeceğinden fazlasıyla umutluydular. Bir umutları da; Aresuş, bu yandaki genç şehzadeyle kızının izdivacını arzulamaktaydı. Bu da şundan sebepti: Cişein’gil ile bunlar, hanedanlarının ileri gelenlerini toplamışlar, Ak Ülke'nin cenubundaki derya kıyısında bir piknik yapmışlardı. O zamanlar muhabbetleri yeni yeni ateşleniyordu. Aresuş, orada meseleyi, "Çocukları başgöz etsek de aramızdaki muhabetti daha sağlam temellere oturtsak ne dersin?" diyerek Cişein'e çıtlatmış, o da “nasip” demişti. Bir ara, birbirlerine göz kırptılar. “Biz artık kardeşiz; bir de hısım mı olalım?” dediler, gülüştüler. *** Savaşsız kazandığımız zafer, Cişein’i bir hoş etti. Ancak şunu da demeden geçemeyeceğim. Bir ara iş bozulur gibi oldu. İnfralayb çabuk müdahale etti. Aykırı taife önderlerinden Derya Efendi'nin katkılarıyla engel aşıldı. Yaşe, yeni krala, dizginlerini kendi elinde tuttuğu çok sayıda kanatlı ejder göndermişti. O da bunun hakkını vermedi değil. Şecinistan’ın gezmedik yerini koymadı. Kafistan’a gitti. Birkaç kez Merkür’e ve Mars’a gitmeye yeltendi. Ustalar, “Bizim ejderler oralara gidemez!” dediler. “Eh! O zaman ne durursunuz? Yan gelip yatacağınıza yapın!” dedi. Bir iki usta yapmaya kalktı; ancak onları da görünmez eller uçmağa yolladı. Bir seferinde de Marslı haber gönderdi: “Geleceksen benim ateşli ejderi göndereyim.” dedi. Onu da kibrimiz yemedi, hava muhalefetini bahane edip kabul etmedik. Gezilerine hak geçmesin diye sırasıyla bizleri de götürdü. Sağ olsun, sayesinde görmediğimiz, adını duymadığımız memleketler gezdik. Bizim buralar kış iken, yaz yaşanan yerlere vasıl olduk. Kimi yerde köpeklerin çektiği kızaklarla karda kaydık, kimisinde fillerin üstünde poza durduk. Maymunların, aslanların, ucube yılanların yaşadığı yaban elleri bile gördük. Ömrümüzün yarısında havadan inmedik desem yalan olmaz. Cişein, yeni dostlar aradı. Günün belli saatlerinde İnfralayb’ın gönderdiği kitaplardan zorunlu olduğu derslere çalıştı. Bu derslerin en mühimi; “En iyi koin yönetimi nasıl olur?” üzerineydi. Seyahatlerinde de bu derslere çalışmak zorundaydı. Bazı bölümleri bize de okutturdu. Memlekete döndüğümüzde yoldan çıkmış koinler olabilirdi. Büyük Şeci, gerçekten ileri görüşlüydü. Onu dinlerse işlerinin yolunda gideceğini bilen Cişein, ödevlerini hiç mi hiç aksatmıyordu. Sık sık, çokça bulundukları yerlerde koinlerin sevdiği masallardan anlatıyordu. Bazılarına, hatta çoğuna, kendisinin bile inanmadığı, inanmış gibi davranmaktan geri durmadığı bu masallara koinler bayılıyorlardı. Onların bu halineyse belli etmeden gülüşüyorduk. Cişein’in hükümdarlığı çok iyi gidiyordu. Ak anaların Ak Ülke'sinde ona karşı gelecek düşman bir yana; henüz önemli bir rakip bile çıkmamıştı. Saltanatını sağlamlaştırmanın yollarını iyi öğrenmişti. İnleri, Derya Ötesi Ülke'deki müttefikimiz Güfeci’nin hemcinsleriyle üleşmiştik. Yaptığımız anlaşmaya göre, hiçbirimiz diğerinin inine girmeyecektik. Bir süre sonra baktık ki bu yürümüyor; bazı inlerde birlikte kalmaya karar verdik. Her iki taraf, kendi yolunca yürürken, küçük savaşlar, vurgun ve baskınlardan elde edilen ganimetleri, kutsallıkla bağıtlı anlaşmalar çerçevesinde tatlıya bağlayıp denkleştirdik. Cişein, krallığının bu ilk yıllarında boş da durmadı. Ak Ülke'de ihtişamlı işler oldu. Dağlar delindi, içinden tuhaf binitler yürür oldu. Koca koca ırmakların önleri tutuldu. Büyük kanatlı ejder durakları yapıldı. Kocaman konaklar yapıldı. Tebaanın çoğu inlerden çıktı, konaklarda tüner oldu. En çok da akçesi olan mesut oldu. Ak Ülke, akçeye akçe kazandırmada gezegende birinci oldu. Başka memleketlerden akçesi bol çok sayıda insandan bozma yaratık, Ak Ülke'ye gelip, akçeye akçe kazandırma işine girdi. İşte tüm bu işler yapılırken, “küçük, küçücük” aşırtmalar oldu. Bu da hayra yoruldu: Koinler şu sözleri dillerinden düşürmez oldular: “Yedi ama yaptı. Yemese de yapmasa da daha mı iyi?” Buna insan soylunun biri şöyle dedi: “Bu laf aynen şunun gibi: Hanım aşüfte; ancak eve akçe getiriyor.” “Yeni biri gelse o yemeyecek mi?” “Bal elleyen elini yalar.” “Dövletin malı deniz, yemeyen camız.” “Yerse yesin, hiç olmazsa Mevlâ'dan korkuyor, alnı yer görüyor.” “Yesin de benim sultanım yesin. Helâlı hoş olsun. Başım gözüm ona feda olsun.” “O, yemek için yolmaz, yolduğunu fakir fukaraya dağıtır.” Bir kısım hauş ve koin ise bu işlerle hiç ilgilenmedi bile. Kendilerini soyup soğana çevirseler dahi ses çıkarmadılar. Onların derdi başkaydı: Ak Ülke ile ilgili kökleri ta fi tarihine uzanan kuyruk acıları vardı. Önemli olan bu acının dinmesiydi. İşin bir diğer tarafı da; koinler fırsat bulsalar kendileri yiyecekti. Fırsat bulamayınca, yiyebilme arzularının, yiyende zuhur etmesinden müthiş bir haz duydular. Büyük değişimlerden birisi de şu oldu: Türedi varsıl hauşların ve koinlerin dişileri,-Cişein, "inlerinden çıkmayıp, nesillerini çoğaltsınlar." dese de- erkeklerine, kara, kapkara parlak parlak az oturaklı binitler aldırdılar. Geceleri bile kara, kapkara parlak parlak gözlükler taktılar. Binitlerine forslu forslu kuruldular, o panayır senin, bu panayır benim diyerek gezdiler durdular. İnlerinde elvan türlü temaşa tertipleyip; yeme içmeye sen misin demediler. Koinlerin bu durumlarda ağzı sulanmadı değil. Hauşlar, her işte olduğu gibi, bu işte de zoru kolay ettiler. Koinleri getir götür, sil süpür işlerine çağırıp, karınlarını doyurarak onların da gönüllerini hoş ettiler. (Devam edecek.) Hamdi MERSİN Bu haber 1485 defa okunmuştur.
|
Sponsor AlanıSANATIN İÇİNDEN ;Sponsor Alanı![]() |
|||||||||||||||
0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder. |