![]() | ||||||||||||||
| ||||||||||||||
| ||||||||||||||
Sponsor Alanı![]() Anamur SEDİRAnamur SEDİR 1993-1994-Aralık 1993 1. Sayı-Ocak 1994 2. Sayı -Şubat 1994 3. Sayı -Mart 1994 4. Sayı -Mayıs 1994 5. Sayı SaatHİKÂYELER![]() İmran AKSOY HikâyeleriAna MenüSponsor Alanı![]() Ziyaretçi Bilgileri
HAVA DURUMU |
YAŞAMAK İÇİN Mİ YEMEK, YEMEK İÇİN Mİ YAŞAMAK(2. HİKÂYE)_________________________________________YAŞAMAK İÇİN Mİ YEMEK, YEMEK İÇİN Mİ YAŞAMAK Günlerden pazardı… Nermin Hanım şimdiden telâşındaydı akşama ne pişireceğinin. Buzdolabına şöyle bir bakıp: “Sıçan düşse başı yarılır.” dedi. Bu sözü söyler söylemez gözleri doldu, birden duygulandı: “Rahmetli annem, ne çok söylerdi bu sözü; ama bizim gibi bol bulup bol yenildiğinden mi, almaya vakit bulamadıklarından mı? Yokluktan, sıkıntıdan söylerdi tabi ki.” diyerek şöyle bir çekti içini. Yarı ağlamaklı, yarı sinirli bir şekilde, eşi Adnan Bey’e seslendi: – Adnan Bey!.. Bugün markete gitmemiz lazım. Evde hiçbir şey kalmamış. – Olur hanım, sen ne zaman istersen gideriz. Ben şimdilik gazetemi okuyorum. O esnada odasında ödevlerini yapmakta olan evin küçük delikanlısı Aykut, sevinçli bir haber almışçasına koşarak babasının yanına geldi. Bu arada evleri de küçük bir sarsıntı geçirdi. Nermin Hanım, o her zamanki uyarısını yaptı yine: “Oğlum sana kaç kere söyledim? Biraz yavaş yürü, alttakiler rahatsız oluyor!” Aykut, annesinin söylediklerini duymazdan geldi. Sıcak bir ilgi bekleyen küçük bir kedi misali, babasının koltuğuna sokuldu: – Şey… Baba… Duyduğuma göre birazdan markete gidecekmişiz. Bugün canım ne çekti biliyor musun? Şöyle, kocaman bir çikolatalı pasta… Aksilik, yarın da matematik sınavım var. Çalışıyorum, çalışıyorum; ama dikkatimi bir türlü toplayamıyorum. Kafam iyi çalışmazsa yarın neler olur herhâlde tahmin edersin… – Ne yani, sen şimdi babanı tehdit mi ediyorsun? Bana pasta almazsanız sınava çalışmam mı demek istiyorsun? Söyle bakalım! – Yok, babacığım! Tehdit falan etmiyorum. Sadece, aklıma takılan bu sorunu çözmeme yardımcı olursanız kendimi derse daha iyi verebilirim, demek istiyorum. – Öyleyse git, önce annenle konuş. Sana eminim bu ihtiyacını giderecek başka bir şeyler yapacaktır. – Baba! Sanki annemi tanımazmış gibi konuşuyorsun. Zaten, şişmanladım diye bana neredeyse ölüm orucu tutturacak. Ona: “Canım pasta yemek istiyor.” diye nasıl söyleyebilirim? Bunu yapabilsem sana gelmezdim herhâlde. – Kadıncağız, haksız da sayılmaz hani… Daha altıncı sınıfa gidiyorsun; ama maşallah, göbeğin şimdiden benimkini geçti. Ceketlerinin önü iliklenmez oldu. Dengesiz beslendiğini kendin de kabul etmelisin. – Aman babaaa! Sen de mi annemden taraftasın? Ben büyüme çağında değil miyim? Şimdi yemezsem ne zaman yiyeceğim? Sizin yaşınıza gelince mi?.. Şekerdi, kalpti derken en güzel lezzetlerden mahrum mu kalayım yani? – Benim güzel oğlum! Aslında benim söyleyeceğimi sen kendin söyledin. Adını söylediğin rahatsızlıkların temeli zaten, küçük yaşlarda atılır. Eğer büyüme çağında sağlıklı ve dengeli beslenirsen hayatının kalan kısmını da böyle devam ettirirsin. Hem, aklı başında olan insanlar yaşamak için yerler. Ama bazı insanlar da ne yazık ki yemek için yaşarlar. Onların tek amacı midelerini doldurmaktır. Sen bu iki gruptan hangisine girmek istediğinin seçimini yaptın mı acaba? –Tabi ki, yaşamak için yiyen insanlardan olacağım baba! – Peki öyleyse neden hep ihtiyacın olandan fazlasını yemek azmindesin yavrum? Dikkat ediyorum da açlığını giderecek kadar değil de rahatsızlanıncaya kadar yemeye çalışıyorsun. Yaşamak için yiyen insanlar hiç böyle mi yapar? –Aşk olsun baba! Demek, yediğim lokmaları sayıyorsun… – Şimdi sözlerimi başka taraflara çekme de soruma cevap ver! Bunu kastetmediğimi, ailece senden hiçbir şeyi esirgemediğimizi biliyorsun. – Ben, yediklerimden bugüne kadar hiç rahatsız olmadım ki! Karnım ne zaman doyduysa o zaman yemeyi bıraktım. – Bak, gördün mü? “Ne zaman doyduysa…” dedin. – Evet, öyle dedim baba. Bunun neresi garip? – Hatırlarsan sana Peygamber Efendimiz (sav)’in nasıl yemek yediğinden bahsetmiştim. O, sofradan hiçbir zaman tok kalkmazmış. “İnsanoğlu, karnından daha kötü bir kabı doldurmamıştır. Ona, belini doğrultacak birkaç lokma yeter; mutlaka bundan fazlasını yemesi icap ederse, midesini üçe bölsün: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine ayırsın.[1]” diye buyurmuştur. Hattâ çok yemenin bir Müslüman’a asla yakışmayacağını bizlere bir örnekle göstermiştir. Anlatılanlara göre Peygamber Efendimiz (sav), kâfir bir kimseyi ağırlayacakmış. Bu misafiri için bir koyunun sağılmasını emretmiş. Misafir kişi, sağılan sütü içmiş, doymamış. Tekrar, bir koyun sağılmış; onun da sütünü içmiş doymamış. Bu durum tam yedi kez tekrarlanmış. Yedinci koyunun sütünü de içtikten sonra ancak doyabilmiş. Aynı kişi, gün ağarınca Müslüman olmuş. Peygamber Efendimiz (sav) onun için yine bir koyun sağılmasını emretmiş. Koyun sağılıp süt getirilmiş. Dün gece ancak yedi koyunun sütünü içtikten sonra doyan misafir, bu sefer bir kere de doyuvermiş. Bunun üzerine, efendimiz şöyle buyurmuş: “Mümin tek bağırsağını doyurmak için yer; kâfir ise yedi bağırsağını doldurmak için…[2]” Senin anlayacağın; gereğinden çok yemek, bizlere yakışmaz.– Amma abarttın baba! Altı üstü, canım bir pasta istedi. Ben kim, yedi koyunun sütüyle doyan o adam kim?.. – Yavrum, bunlar bize hep birer örnek. Demek istiyorum ki, nefsinin, midenin peşinden bu kadar koşma. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. O, insandan hiç durmaz bir şeyler ister; alıncaya kadar da onun peşini bırakmaz. Hattâ, kişiyi bazen rezil eder. Sen her istediğini ona verdikçe o daha bir şımarır, isteklerini arttırtır da arttırır. Bir de bakmışsın ki, sırf onun için çalışıyor, onun için yaşıyorsun… Unutma ki; tıka basa yemek, insanı hasta eder, üstelik de onu çevresine: “obur” diye tanıtır. İnsanların gözünde o kişiyi küçültür. Çünkü midesine söz geçiremeyen kimse, iradesi zayıf biri olarak görülür. Geçenlerde gazetede okumuştum: “Dünyanın en uzun ömürlü insanlarının yaşadığı Kafkasya’da bu konuyla ilgili bir araştırma yapılmış. Kafkasyalıların sağlıklı ve uzun ömürlü olmalarının en temel sebebinin devamlı çalışmak, erken yatıp erken kalkmak ve az yemek olduğu tespit edilmiş. Hatta bir Kafkasyalı, yüz yıllık ömrün reçetesini şöyle tarif etmiş: “Dedelerimizin öğrettiği gibi, sofraya aç oturur, tok kalkmayız. Bu sebepledir ki, bizim sözlüğümüzde ‘şişko’ kelimesi yoktur.[3]” – Ne yani, orada hiç şişko insan yok muymuş? – Gazetedeki habere göre öyle… Çok mu şaşırdın yoksa? – Evet, şaşırdım. Bir ülkede şişman tek bir insanın bile olmaması pek inandırıcı gelmedi bana. – Demek ki, onlar hem kendilerine hem de atalarının söylediklerine, yaptıklarına gereken kıymeti vermişler. Doktorların da hep söylediği gibi: "Çok yemek sağlıklı beslenmek değildir." Aykut. Yemeğe çok düşkün insanlar diğer insanlara göre hem daha çabuk ihtiyarlar hem de daha erken yaşlarda ölürler. Çünkü her organın belli bir dayanma ve yaşama gücü vardır. Bu gücün sınırlarını zorlamamak her zaman için yararlıdır. – Ne yani, şimdi ben Şeyma’dan daha mı önce öleceğim? – Eh, orasını ancak Allah bilir. Sen onu bırak da söyle bakalım, bunca konuşmadan sonra hâlâ canın pasta istiyor mu? – Üzgünüm; ama evet, canım hâlâ kocaman bir çikolatalı pasta istiyor baba. – Demek, onca nasihat boşa gitti öyle mi? – Tam olarak değil. Eğer bana dediğim yaş pastayı alırsan söz veriyorum rejime gireceğim. Eskisi kadar yememek için elimden geleni yapacağım. – Olmaz öyle şey! Yapacaksan şimdiden yapmalısın söylediklerimi. Yoksa daha baştan kaybedersin. Haydi bakalım! Doğru, dersinin başına… – Of baba! Ne olur sanki alsan? Dedim ya, söz veriyorum, rejime gireceğim. Babasını bir türlü razı edemeyen Aykut, oflaya puflaya, ayaklarını yere vura vura odasına gitti. Ağabeyi ile babasının konuşmasına kulak misafiri olan Şeyma, her zamanki araştırmacı gazeteci vazifesini yerine getirmek istedi. Mutfağa giderek olanları annesine anlattı bir bir. – Bak sen şu yumurcağa! Demek, benden yüz bulamayacağını bildi de babasını kandırmaya çalıştı öyle mi? O pastayı ancak rüyasında görür küçük beyimiz, dedi Nermin Hanım. Büyük bir zafer kazanmışçasına ağabeyinin odasına giden Şeyma: – Babamı razı edemedin değil mi? Oh olsun sana! Kardeş kardeş ikimiz birlikte isteseydik kabul ederlerdi; ama sen her zamanki gibi bencillik ettin, paylaşmayı istemedin. Sırf, pastayı tek başına yemek için yaptın bunu! Oh olsun işte sana oh! Kardeşinin bu tavrına sinirlenen Aykut, yerinden kalktı ve bir hışımla Şeyma’nın saçlarına asıldı. “Şişko işte ne olacak. Gücün ancak bana yeter!” diye feryat eden Şeyma’nın çığlıklarını duyan Nermin Hanım, sinirle odaya girdi: – Aranızdaki sorun her ne ise çarçabuk halledin. Beni karıştırmayın. Pazar pazar, huzurumuz kaçsın istemiyorum. Önce alışverişe, sonra da annemlere uğrayacağız. Size tam bir saat süre, dedi ve ömrünün hep orada geçtiğinden yakınıp durduğu sevgili mutfağına geri döndü. Aykut da Şeyma da annelerinin uyarısını mutlaka dikkate almaları gerektiğini düşünerek aralarındaki tartışmaya son verdiler ve bir saat sonra hazır oldular. Evden çıkıp da her zaman alışveriş yaptıkları büyük marketin önüne geldiklerinde Aykut’un yine birden karnı acıktı. Belki de babam bana kıyamaz, diye ümitlendi. Artık, şirin bir çocuk olmaya karar verdi. İşin ucunda kocaman bir yaş pasta vardı ne de olsa. Aykut böyle ümitlenedursun Nermin Hanım: – Gelmişken çocuklara birer eşofman alalım Adnan Bey. İkisininki de hayli eskimiş. İlerde bir çocuk mağazası var. Hazır, indirim de varken bu fırsatı değerlendirelim, dedi. Aykut bu habere Şeyma kadar sevinmedi. Çünkü; yemek, içmek onun için en büyük eğlence iken; giyinmek, tam aksine büyük bir işkenceydi. İsteksiz adımlarla mağazaya girdi. Şeyma’nın daha giydiği ilk eşofmanın, üzerine hemen oluşuna imrendi. Bu sırada Adnan Bey, oğluna eşofman beğenme telâşı içindeydi. Nihayet birinde karar kıldı, ama aradığı bedeni bulamadı. Görevli kişiden yardım istedi: – Ağabeyi, şu eşofmanın bir beden büyüğünü oğluma çıkarır mısın? Burada bulamadım da… – Efendim, maalesef mağazamızda küçüğümüzün bedenine uygun eşofmanımız yok. Ancak çaprazımızdaki şu mağazada istediğiniz gibi geniş bedenler mevcut. Oradan temin edebilirsiniz. O an ağabeyi Aykut’un kızarıp bozardığını gören Şeyma, kendini tutamayıp intikam alırcasına güldü. Bu da yetmezmiş gibi: – Baba, burası bir çocuk mağazası değil mi? Nasıl oluyor da ağabeyime göre eşofman satmıyorlar?.. Ya burası bir çocuk mağazası değil ya da ağabeyim fazla büyük… dedi. Aykut’un: “Yaa anne! Şu kızına bir şey söyle. Benimle düpedüz dalga geçiyor.” diye sızlanması üzerine Nermin Hanım, gereken uyarıyı yapmakta gecikmedi. Tavsiye edilen mağazadan Aykut’a da bir eşofman alındıktan sonra gıda alışverişi için markete girildi. Daha, hemen girişte karşılarına çıkan çikolata bölümünü gören Aykut, az önceki moral bozukluğunu, Şeyma’nın dalga geçişini bile unuttu. Canının istediği bir çikolatayı aldı ve annesinin gözüne şöyle bir baktı. Herhangi bir tepki alamayınca birkaç tane daha aldı ve market arabasına attı. Aslında Nermin Hanım, Aykut’un beklediği tepkiyi gösterecekti; ancak bu kadarının da insafsızlık olacağını düşündü: “O ne de olsa daha, bir çocuk… Madem, istediği çikolatalı pastayı almayacağız, bunlarla yetinmesine izin vermeliyim…” dedi. Hattâ: “Keşke, bu kadar kilolu olmasaydı da ona istediği pastayı alabilseydim!..” diye hayıflandı. Deterjandı, yağdı, şekerdi, meyveydi, sebzeydi… derken son olarak, ekmek almak için fırının bulunduğu bölüme gidildi. Daha, fırından yeni çıkmış çıtır çıtır ekmeklerin kokusu, insanı âdeta gözü kapalı buraya getirebilirdi. Bu bölüme gelmekten en çok mutlu olan Aykut’tu pek tabi ki. Onu iştahlandıran, ekmeklerin mis gibi kokusu değil; hemen onların yanı başında uzanıp giden pasta ve tatlıların muhteşem görüntüsüydü: – Aman Allah’ım, şunların güzelliğine bak! Kimi çikolatalı, kimi kestaneli, kimi fıstıklı, kimi meyveli… Ya o içi çikolata dolgulu, üzeri kremalı toplara ne demeli? Kendi gibi adı da iştah verici: çikotop… Tulumbalar, lokmalar, halka tatlılar, ayçörekleri… Hepsi birbirinden lezzetli. Acaba bu görevliler onları yemeden nasıl durabiliyorlar? Ben olsam çaktırmadan, onları arada bir ağzıma atar, afiyetle yerdim, diye düşündü. Aykut’un, pastaların bulunduğu cama âdeta bir vantuz gibi yapıştığını gören Adnan Bey, dayanamadı: – Ya Nermin! Gel, etme, eyleme! Yazıktır, şu hâline bak çocuğun!.. Bir tane alalım, hep birlikte yiyelim. O zaman iki dilimden fazla yiyememiş olur. Hem dedim ya, bana söz verdi. Bunu da alın, sonra ardından rejime gireceğim, dedi.– Olmaz Adnan! Ben, bir dilim pastayı yavrumdan esirgeyecek kadar vicdansız değilim; ancak göz göre göre de sağlığını bozmasına seyirci kalamam değil mi? Zaten okulda abur cubur yiye yiye bu hâle geldi. Yakında obez olacak diye endişe ediyorum. Bak, oruç tutacak yaşa da geldi artık. Bu yıl bu sorumluluğunu yerine getirmeli. Sen demez misin: “Bir çocuğa her şey gibi inanç da küçükten aşılanır.” diye? Canının istediği her şeyi yiyemeyen, hatta aç ve susuz kalan insanların hâlini anlamalı, öğrenmeli bence. – Pekâlâ Nermin, senin dediğin olsun… Aslında sana tamamiyle hak veriyorum. Kararlı davranmalı, onu iyi yetiştirmeliyiz; ancak, senin de bildiğin gibi, ben biraz yufka yürekliyim. Bu yüzden, ne isteseler “hayır” demekte zorlanıyorum. – Biliyorum Adnan. Hattâ, çocuklar da biliyor. Ama sen bu özelliğini kötüye kullanmalarına izin vermediğin için sorun olmuyor. Bazen, var olan sorunları çözüme bile kavuşturuyor. Çocuklarımızı iyi yetiştirmek konusunda bana destek olduğun, ilkelerime saygı duyduğun için teşekkür ederim. Adnan Bey ve Nermin Hanım, oğullarına istediği pastayı almamak konusunda ortak bir karara vardıktan sonra, Aykut ve Şeyma’ya yanlarına gelmeleri için seslendiler. Tabi ki hâlâ kendisine pasta alınır beklentisindeki Aykut için bu bir yıkım oldu. Az önce gördüğü muhteşem manzara karşısında ağzının suyu akarken, şimdi acı acı yutkunmak zorunda kaldı. Ne yolda ne anneannesinde ne de eve geldikten sonra tek kelime etti. Anne ve babası bu durumu görmezden gelmeye çalıştılar. Ancak, Nermin Hanım biraz üzüldü; çünkü Aykut, ertesi sabah da bu suskunluğunu sürdürdü. İlk defa, okula annesini öpmeden ve ona “Allah’a ısmarladık.” demeden gitti. “Demek, bir pasta bizden daha kıymetli… Demek, canlarının istediği bir şeyi yapamazsak böyle olacak. Bir gün yokluğa düşsek yüzümüze bile bakılmayacak.” diye düşündü. Annesinin neler düşündüğünden, ne kadar incindiğinden Aykut'un haberi yoktu. Aslında o gün için bu, umurunda da değildi. Sadece, istediğini yapmadıkları için onlara öfkeliydi. Okulda öğle arası olduğunda her zamanki gibi abur cubur şeyler yedi; ama yetmedi. İçinde doymak bilmeyen bir canavar vardı sanki. Dün gördüğü pasta ve tatlıları düşünüyor, hâlâ onları yeme isteğiyle kıvranıyordu. Bu istek o derece fazlaydı ki: “Keşke o markette yaşayan bir fare olsaydım!..” diye bile düşündü. İçindeki o canavar, onu insandan, bir fareye dönüşmeyi isteyecek kadar zayıf düşürdü. Sadece midesi için yaşayan bir fare gibi olmak, bunu istemek ne kadar alçaltıcı, ne kadar zavallı bir durumdu oysa. Akşam olup da çıkış zili çaldığında Aykut, eve gitmek istemedi. İçindeki canavar onu doğru, dünkü büyük markete gitmeye ikna etti. İşte yine o güzelim yaş pastaların, tatlıların önündeydi Aykut. Sanki hepsi de dünkünden daha lezzetlenmiş, daha güzelleşmişlerdi. “En azından birinin tadına bakabilirim…” diye ümitlendi. Elini cebine attı: – Olamaz! Sadece iki liram kalmış. Keşke öğlen bir şeyler yemeseydim… Bunu nasıl düşünemedim? diye hayıflandı. Ardından aklına şeytanca bir fikir geldi. Sevinçle: – Evet, bu gece burada yaşayan bir fare olabilirim, dedi. Yaptığı plana göre, market kapanana kadar burada kalacaktı. Işıklar sönüp herkes gittikten sonra saklandığı yerden çıkacak ve peynir tulumuna girmiş bir fare gibi tüm pasta ve tatlıları yiyecekti. Hem de istediği kadar ve beş kuruş ödemeden… O, bu kararı verdiğinde Adnan Bey’le Nermin Hanım’ı bir telâş sarmıştı bile. Aykut, eve tam bir saat gecikmişti. Oğullarından haberdar olabilmek için daha geçenlerde ona aldıkları cep telefonu da kapalıydı. Ulaşabildikleri arkadaşları, onun servise binmediğini söylemişlerdi. Yapılacak ilk iş, okula gitmek ve etrafı araştırmaktı. Daha da olmazsa karakola gidilecekti. Onlar, okulun önüne geldiklerinde hava kararmak üzereydi. Pastaneler, kafeler, parklar… Bakmadıkları yer kalmamıştı. Aykut hiçbir yerde yoktu. Önceden kararlaştırdıkları gibi karakola gittiler ve durumu onlara ifade ettiler. Polis memurları, Aykut’u arayacaklarını, herhangi bir gelişme olursa kendilerini durumdan haberdar edeceklerini söylediler. Adnan Bey ve Nermin Hanım, çaresiz, eve döndüler; artık, beklemekten ve dua etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Şeyma da anne ve babası kadar üzgündü; hattâ, ağabeyinin eve gelmeyişinden kendini sorumlu tutuyor: “Keşke, onunla o kadar alay etmeseydim!” diye ağlıyordu. Saatler geçmek bilmiyordu onlar için. Telefonun her çalışında heyecanla çarpıyordu kalpleri; ama ondan, iyi veya kötü hiçbir haber alamıyorlardı. Onlar böyle endişelenedursunlar, Aykut da beklemekten yorulmuştu artık. Ailesinin onun için ne kadar endişeleneceğini, üzüleceğini düşünmüyordu bile. Aklında, sadece hayalini kurduğu o an vardı. Nihayet isteğine ulaşmasına çok az bir zaman kalmıştı. “Sayın Müşterilerimiz! Marketimiz on dakika sonra kapanacaktır. Bir an evvel ödemelerinizi yapmanız rica olunur.” duyurusu yankılandı etrafta. Hesapların kontrolü, kasalardaki paraların teslimi derken saat on ikide market kapandı. Aykut, kıvrıldığı köşede az kalsın uyuyacaktı ki, indirilen kepenklerin gürültüsüyle gözlerini açtı. Artık, koskoca market onundu işte. Yine de temkinli davranmalıydı. Kimseler var mı? diye etrafı şöyle bir kontrol etti. Ortalıkta, havalandırmanın sesinden başka ses yoktu. Derhal, pastaların bulunduğu bölüme gitti. Azalan ışık, sanki çikolataların rengini daha bir koyulaştırmış gibiydi. Aykut’un daha fazla bekleyecek hâli yoktu. Hayal ettiği gibi, cam kapağı kaldırdı ve sanki bir pasta yeme yarışındaymış gibi yemeye başladı. Önce yaş pastalar, sonra çikotoplar, tulumbalar, halka tatlılar… geldi. Çiğnemeden yutuyordu hepsini. Gözü doymuyor, yedikçe yiyesi geliyordu. Elleri, yüzü, üstü başı çamura batmış gibiydi âdeta. Onu gören bir aydır aç zannedebilirdi. Yemeye başlayalı yarım saat olmuştu ki, karnında, bıçak darbelerine benzer acılar hissetti. Kıvranmaya başladı. Öyle ki tam ağzına götürmekte olduğu son pasta dilimini de yere düşürdü. Az sonra kendi de yerdeydi: “Anne, anne kurtar beni, ölüyorum!” diye inim inim inliyordu. Patlamaya hazır bir bomba gibi hissediyordu kendini. Dayanılmaz ağrılar içinde bağırıyordu: “Kimse yok mu? Ne olur kurtarın beni!..” Biraz sonra sesini de duyuramaz olmuş; çünkü olduğu yere bayılmıştı obur faremiz. Neyse ki, o sırada etrafı kontrol eden iki güvenlik görevlisi, Aykut’un sesini duymuştu. Ancak, ses birdenbire kesilince yerini bulmaları güçleşmişti. İlk işleri hemen kameraların bulunduğu odaya çıkarak sesin nereden geldiğini bulmak oldu. Gördükleri şey, yerde yatan biriydi. Yine de tedbirli davranmakta yarar vardı. Reyonun arkasına silâhlarını doğrulttuktan sonra geçmeye karar verdiler. En önde geçen: “Aman Allah’ım, bu bir çocuk! Ne işi var gecenin bu saatinde burada?” dedi. Diğeri de: “Ne olacak arkadaşım? Şunun ağzına yüzüne baksana... Sence ne için burada olabilir? Hatırlıyorum da çocukken ben de babamın bir bakkalı olsun isterdim. Sanki babam bakkal olunca canımın istediği her şeyi yiyebilecekmişim gibi... Anlaşılan bu ufaklık, sadece hayal kurmakla yetinmemiş, uygulamaya da geçmiş.” diye gülerek cevap verdi. Biraz sonra ambulans geldi ve Aykut, hastaneye kaldırıldı. Güvenlik görevlileri, Aykut’un çantasına bakarak onun ev numarasına ulaştılar, Adnan Bey’i durumdan haberdar ettiler. Nermin Hanım, Şeyma ve babası bir süre sonra hastanedeydiler. Aykut bir besin zehirlenmesi geçirmişti; ancak midesi yıkanmıştı, o an gayet iyiydi. Uyandığında onunla görüşebilirlerdi. Ancak minik yumurcak hemen uyanacağa benzemiyordu hiç. Belki de ancak sabah açacaktı gözlerini. Hem üçünün de orada beklemesine müsait bir ortam da yoktu. Adnan Bey, Nermin Hanım’la Şeyma’yı eve bıraktı; zaten yeterince yorgun düşmüşlerdi: “Siz yatın, dinlenin. Ben onunla ilgilenirim, merak etmeyin.” dedi. Aykut, babasının tahmin ettiği gibi sabaha kadar deliksiz uyudu. Adnan Bey’in ise tam aksine gözüne hiç uyku girmedi. Biricik oğlunun kendi nefsine olan bu düşkünlüğünden ziyade, bir hırsız gibi davranması, hak etmediği, bedelini ödemediği şeylere elini uzatması onu çok üzmüştü. Sabah olup da gözlerini açtığında babasının bu perişan hâlini gören Aykut: – Baba burada ne işimiz var? Bu kolumdaki borular da ne? dedi. Adnan Bey onun bu sorularına kendisi de bir soru ile cevap verdi. Üzgün olmasının yanı sıra aslında hayli de sinirliydi. – Ne yani, yoksa yaptıklarını hatırlamıyor musun Aykut Bey? – Yoo… Hiçbir şey hatırlamıyorum baba! – Biraz daha hafızanı yokla bakalım. Dün, okul çıkışında eve gelmeyip nereye gittin? – Tamam, tamam! Hatırladım galiba. Şu an senden ne kadar utandığımı bilemezsin baba. Yer yarılsa da keşke içine girsem!.. – Üzgünüm; ama sana: “Bunda utanacak bir şey yok yavrum! Herkesin başına gelebilir.” falan diyemeyeceğim Aykut. Çünkü bu yaptığın gerçekten de çok yanlış ve utanç verici. Özellikle de hakkın olmayan bir şeyleri midene indirmen, harama el uzatman… Aykut, tam da babasından özür dileyecekti ki, doktor bey gülerek odaya giriverdi: – Merhaba ufaklık! Sonunda uyandın mı? Görünüşe bakılırsa iyisin, sanırım artık seni taburcu edebiliriz; ancak kahvaltıdan sonra… Bu arada, kahvaltıda şöyle kocaman bir pastaya hayır demezsin değil mi? Aykut’un, bırakın pasta yemeyi, adının anılmasından bile içi döndü. Limon yalamışçasına suratı ekşidi: – Yoo, doktor amca! Artık, ömrümün sonuna kadar asla pasta yiyemeyeceğimi düşünüyorum, dedi. – Yemezsen iyi olur Aykut. Çünkü bu tür gıdalar ölçüsünce yenmezse çok zararlı olabilir. Eğer güvenlikçi ağabeylerin seni orada bulamasalardı şu an yaşamıyor bile olabilirdin. Şu sözü aklından çıkarmamanı tavsiye ederim: “Çok yiyip içerek kalbinizi öldürmeyin. Çünkü kalp, bir bitki gibidir. Çok su dökerseniz ölür. Hiç su vermezseniz kurur.” Senin anlayacağın, ölçüyü kaçırmamak lazım. Sana iyi bir diyet hazırladım. Buna mutlaka uymanı istiyorum. Bir buçuk ay sonra tekrar gel, bakalım ne kadar başarılı olabilmişsin… Aykut, verilen diyete harfiyen uyacağına söz verdikten sonra babasıyla birlikte oradan ayrıldı. Yolda giderken Adnan Bey’den özür diledi. Ancak anladı ki, kendini affettirmesi o kadar kolay olmayacak: – Baba, ben diyorum ki, bana harçlığımın iki aylığını vermeyin. Bu parayla markete gidip yediğim pastaların parasını ödeyeyim, dedi. Bu sözler üzerine Adnan Bey biraz yumuşar gibi oldu: – İyi fikir; ama okulda karnını ne ile doyuracaksın? dedi. – Çoğu arkadaşım gibi bir ayran, bir simit. Köşede biriktirdiğim birkaç kuruşum var, onunla idare ederim. Adnan Bey, içinden gelmese de bu teklifi kabul etti. Aykut’a acıdı; ama onun iyiliği için kararlı davranması gerektiğinin bilincindeydi. Hatalarını düzeltmeyi, yaptığı yanlışların sonuçlarına katlanmayı öğrenmeliydi artık. O, bu kararının doğruluğuna kendini ikna ederken, Aykut’un aklına gece hastanede yatarken gördüğü rüya geliverdi: – Baba biliyor musun, gece garip bir rüya gördüm… – Nasıl bir rüyaymış, anlat bakalım… dedi Adnan Bey. – Giysileri ve yaşadıkları yer bize hiç benzemeyen insanlar arasındaydım. Ben de onlar gibi giyinmiştim. Büyük büyük sofralar kurulmuştu her yere. Üzerlerinde her şey vardı. Hani, ”Bir kuş sütü eksikti.” derler ya, aynen öyle… – Demek, daha doymadın, rüyanda da yemek gördün öyle mi? – Lütfen baba, dur, dalga geçme! – Peki, peki! Sonra ne oldu? – Sofraların başındaki insanlar sanki ömürlerinde ilk defa yemek yiyor gibiydiler. Avurtları dolu doluydu; âdeta nefes alacak hâlleri yoktu. Yiyorlar, yiyorlar sonra birden ortadan kaybolup tekrar sofraya kuruluyorlardı. İşin ilginç yanı hiç yememiş gibi tekrar yiyorlardı. O an onların nereye gittiklerini merak ettim ve arkalarından gitmeye karar verdim. Bir de ne göreyim! Etrafı taşlarla çevrilmiş birtakım çukurların başında kusuyorlar. İğrenç bir koku sarmış ortalığı. Midem nasıl bulandı anlatamam. O tiksintiyle uyandım. – İlginç… Senin anlattığın bu rüya bana bir şey hatırlattı. – Neyi hatırlattı? Yoksa sende mi buna benzer bir rüya gördün? – Hayır, hayır! Yüzyıllar önce senin anlattığına benzer bir kavim yaşamış “Sodom ve Gomore’de… Lût Peygamber’in kavmi… Bu kavim, zevklerine yani nefsine çok düşkün bir kavimmiş. Onlar midelerini doldurmayı hayatın en büyük zevki sayar, helâl haram demeden yer, içerlermiş. Bir gün bakmışlar ki, çok yiyince karınları hemen doluveriyor. Midelerinin onca yiyeceği hazmetmesini beklemek onlara zor geliyor. Ne yapabiliriz? diye hayli düşünmüşler. Sonunda bulmuşlar. Senin rüyandakine benzer kusma havuzları yapmışlar. Artık, midesi tıka basa dolanlar tekrar yiyebilmek için hemen bu kusma havuzlarına koşuyorlarmış. Boğazlarına soktukları özel aletlerle midelerini boşaltıp yeniden yemek üzere sofralarına gidiyorlarmış.[4]" – Ama bu çok iğrenç, baba! – Elbette ki iğrenç… Sana demiştim ya; bazı insanlar yaşamak için yerler, bazıları ise yemek için yaşarlar. Lût kavmi aslında bize ibret verici bir örnek. İnsan dikkat etmezse tıpkı onlar gibi nefsinin esiri olabilir. Tabi ki, bu şekilde yaşayınca hayvanlarla da aynı seviyeye indirmiş olur kendini. Sana daha önceden de söylediğim gibi az yemek insana sağlık verir. "Asr-ı Saadet’te yani Peygamber Efendimiz (sav)’in yaşadığı zamanlarda Müslüman hastaları tedavi etmek için İran’dan bir doktor gelmiş. Uzun zaman Medine’de ikâmet ettiği hâlde, kendisine müracaat eden hasta olmayınca efendimize gitmiş: – Şu kadar zamandır hastalarınızı tedavi maksadıyla Medine’de bulunuyorum. Ancak bu güne kadar hastalığından şikâyetle tedaviye başvuran olmadı. Bunun sebebi nedir? diye sormuş. Peygamber Efendimiz (sav) de: – Buranın sakinleri, karınları acıkmadıkça yemek yemezler. Yedikleri zaman da iştahları olduğu hâlde doymadan sofradan kalkarlar, bu yüzden de hasta olmazlar, diye cevap vermiş. Bunun üzerine hekim: – İşte bu, sıhhatli olmanın esasıdır. Burası benim yerim değilmiş[5]", deyip memleketine dönmüş. – İhtiyacın olandan fazlasını yemek, aynı zamanda bir israftır yavrum. Değerli kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de buyruluyor ki: "Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah (cc) israf edenleri sevmez.[6]” Evliyaların ortak tavsiyesi: Az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. "Açlık; insanın kalbine incelik, merhamet, yumuşaklık kazandırırken, bu nimetleri bulamayan fakirleri hatırlatır bize." – Ne kadar büyük bir hata yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum baba. Sanırım gördüğüm bu rüya benim için bir uyarı. – Böyle düşünmene sevindim Aykut. Eğer akşama kendini iyi hissedersen markete gidelim ve bir an evvel yediklerinin parasını ödeyelim, olur mu? – Tabi olur baba! Çünkü, bedelini ödemediğim şeyleri yemiş olmaktan çok rahatsızım. Ancak ne olur parayı sen ver, ben geride bir yerde bekleyim. Çünkü, yaptığımdan dolayı çok utanıyorum. Orada bulunan insanların yüzüne bakacak kadar kendimi güçlü hissetmiyorum. – Pekâlâ evlât, öyle olsun! Bu arada unutmadan anneni arayalım da ekmek lazım mıymış soralım. – Aloo… Nermin; biz yoldayız, eve gelmek üzereyiz. Ekmek lazımsa alalım, demiştik. – Ne krem şanti mi? Ne yapacaksın krem şantiyi? Adnan Bey büyük bir kahkaha atarak telefon konuşmasını bitirdi. Aykut’a dönerek dedi ki: – Annen gece eve gider gitmez dayanamayıp sana ne yapmış biliyor musun Aykut? Koskocaman bir çikolatalı pasta… Tam istediğin gibi… Adnan Bey’in şen kahkahaları devam ederken Aykut’un yüzü bu haberle birden bire değişti. Yine, bir limon yalamışçasına ekşiyen suratıyla: – Yoo olamaz baba! Ben şimdi o pastayı nasıl yiyeceğim? dedi. İmran AKSOY Türkçe Öğretmeni |
Sponsor AlanıSANATIN İÇİNDEN ;Sponsor Alanı![]() |
||||||||||||
0cak - 2012 / Her Hakkı Saklıdır / Kaynak gösterilip, sitemizin ilgili sayfasına link verilerek alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir-Site ticari olmayıp, kütüre hizmet eder. (c)2012 Anamur SED?R |