ANAMUR SEDİR 1.Sayı İÇİNDEKİLER
Çıkarken | SEDİR | 2 |
Eğitim Arayışı | Şerafettin KÖSE | 4 |
Eğitimde Millilik Vasfı | A. Rıza KİBRİT | 5 |
Türkü (Şiir) | İsmet BABAHAN | 6 |
Yeni Bir Dünya Kurmak | Mehmet KESKİNASLAN | 7 |
Öğretmenim (Şiir) | M. Faik G ÜNEYSU | 8 |
Memur Sendikası Üzerine | SEDİR | 9 |
Eğit - Sen'in Görüşleri | İbrahim TEKİN | 10 |
Türk - Eğitim-Sen'in Görüşleri | Mustafa YILDIZ | 11 |
O Çocuklar Öyle Mahzun (Şiir) | İlhami ATMACA | 15 |
Bir Şiir ve 70'den 93'e | Erdoğan ŞAHİN | 15 |
Haram - Helal ve Rüşvet | Ahmet CENGİZ | 16 |
Bilir misin? (Şiir) | M. KUTSALER | 17 |
Kurtlarla Dans Üzerine | Hamdi MERSİN | 18 |
Anamur' da Turizm | Hüseyin OSMA | 19 |
Yayla Çocuklan (Şiir) | Dr. Fehmi MERT | 21 |
A Devem | Çınar ARIKAN | 22 |
Dayımız Olmasaydı | Hüseyin ŞİNASİ | 23 |
Vatan Bildiğim Toprak (Şiir) | Tayyar TAHİROGLU | 27 |
Azerbaycan İstiklal Mücadelesi | İbrahim TUNA | 28 |
SEDİR'DEN | SEDİR | 31 |
ÇIKARKEN
Dergi çıkarmak birçok insanın - düşünce haysiyetine sahip insanların - hayalini meşgul eder. Biz uzun bir çalışmanın sonucunda bunu gerçekleştirdik. Yaklaşık yedi ay önce "bir dergi çıkaralım" daha sonra "Niçin bir dergi?" "Nasıl bir dergi ?" sorularına cevap aramakla bugüne kadar uzadı. Bu işle yakından ilgilenenler bu sorunun cevabının zorluğunu yakından bilirler. Zihinlerde soru işareti bırakmayacak tatmin edici bir cevabın verilemeyeceğini de… Biz bunun bilinciyle uzun süre düşündük tartıştık. Bu aşamada başka sorularla mücadele etmek zorundaydık. Kim için dergi?
Bu sorulara birçok beylik cevap sıralamak mümkün. Ancak bu beylik sözler kendimizi bile inandırmaktan uzakken söylemenin hiçbir anlamı yok. İçinde yaşadığımız kültürel, siyasal ve ekonomik ortamda bir dergiden beklentiler büyük farklılıklar hatta çelişkiler gösterir. Fakat toplumun büyük bir kesimi kültür-sanat dergisinden Türkiye'nin kültürel hayatına katkıda bulunmasını, değerlere sahip çıkmasını bekler. Hâlbuki bir dergide yazanlar sadece kendi alanlarında kendi düşüncelerini aktarmak ve bunu eyleme dönüştürmek amacını taşırlar. Biz de biraraya gelen bütün arkadaşlar düşüncelerimizin toplum tarafından eyleme dönüştürülmesi azmindeyiz. Dergi çıkarmanın bize bazı sorumluluklar, beraberinde sorunlar yüklendiğinin de bilincindeyiz. İçinde yaşadığımız sistemde, yani kapitalist üretim ve tüketim biçiminde medya dediğimiz basın - yayın sadece kazanç sağlamak için piyasaya sürülen maldan başka bir şey değildir. Bunu söylemek elbette ki üzücü. Fakat doğruluğu daha da üzücü. Maddi gücünüz yoksa böyle bir piyasada ayakta kalabilmeniz, sesinizi duyurabilmeniz imkânsız gibi bir şey. Hele bunun yanına siyasal iktidar ve onun yaltakçıları da eklenirse susturulmanız kaçınılmaz. Uyumlu olacaksın, uslu olacaksın. Etliye sütlüye karışmayacaksın. Ya da alkışlamasını bileceksin. Biz bütün bunların da farkındayız ama bununla Türk halkının bize yüklediği ya da bizim haddimiz olmayarak yüklendiğimiz görev ve sorumluluklara, bize konmuş yasaklara karşı duyarsız kalacağımızı söylemek istemiyoruz. Bu dünyadan şikâyetçiyiz. "Büyüyoruz, çağ atlıyoruz" gibi palavralara rağmen yaşadığımız zamanın birşeyler götürdüğüne, kaybedilenlerin kazanılanlardan fazla olduğuna şahit olmaktayız. Onun için yapılanlara doğal olarak karşı olmayı görev sayıyoruz. Mevcut statükoyla-statükoculuğu kabul etmeseler de - savaşmanın meşru olduğuna inanıyoruz. Politik oyunlarla insanlığımızın yaralandığı, onurumuzun çiğnendiği bir çağda yaşıyoruz. Dış kaynaklı siyasi manevralarla bunun için uygun ortamlar hazırlanıyor, topyekûn bu olduğu o politikanın değişik varyasyonlarıyla kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bütün bunlara engel olmak, karşı durmak için dergi çıkardığımızı söylemek de fazla hayalci olur. Ancak istenilen yaşam biçiminin oluşturulmasında örgütsel çalışmanın alternatif düşünce üretmenin önemi- tehlikeli bulunsa da - tartışmasız bir gerçektir. Yazıya dayalı mücadele geçmişte olduğu gibi günümüzde de geçerliliğini kaybetmeyen bir tercihtir. Çağımızda "medya"nın kat ettiği yola bakarsak dergiciliğin ayrı bir yeri olduğunu görürüz. Bunlardan arkalarında büyük sermayeler bulunanlar güdümlü bir biçimde toplumun büyük kesimini etkisi altına alma arzusuyla birbirleriyle kıyasıya mücadele etmektedirler.
Diğerleri ise yok olmama gayreti içinde dar çevrelerinin dışına çıkmak için siyasal nutuklara~ iktidarlara sarılmaktadırlar. Biz maddi kazancı ön plana alan çıkarcı şirket ve medyaya da, insanları nasıl güdeceğini düşünen bunun planlarını yapan ahlaksız politikalara da karşıyız. Bu konuda halkımızla aynı düşüncede olduğumuza inanıyoruz.
Biz bu dergide kendi adımıza konuşacağız. Kendi kişiliğimiz siyasi ve kültürel birikimimiz buna yeterlidir. Herbirimiz ülkemizdeki siyasi ve kültürel havayı teneffüs etmiş kişileriz. Bu nedenle inandığımız mücadelesini verdiğimiz düşüncelerin de baltalanmasına müsaade etmeyeceğiz. Ancak düşünce üreten kişilikli güdümsüz her sese de saygı duyarız ve sırf sermayesi siyasi gücü olmadığı için hep savunmada kalan ezilmemeye çalışan hareketin de yanında olacağız. Düşüncesinden, İnancıdan dolayı çağdışı olarak gösterilmeye çalışılan insanların eylemlerini destekliyoruz. Yapılanları devlet politikası ya da çağdaşlık gibi göstermeye çalışanları da kınıyoruz. Amacımız sadece yanlışları doğrulamak değil. Çünkü inanıyoruz ki insan o yanlışlarla vardır. İnsanı yok etmek istemiyoruz. Ama insanı tanrılaştırmak gibi insancıl pozlar da vermek istemiyoruz. Bir insanın en iyi şahidi yine kendisidir. Bu nedenle en iyi eleştiriyi de yine kendisi yapabilir. Eleştiri merkezinin kendisi olduğunu bilen insan farklı düşünce biçimlerini iyi değerlendirir. Biz bunun bilinciyle bir araya geldik. Çelişkilerimiz yok demiyoruz. Elbette olacak, yanılgılarımız da olacak. Çünkü insanız. Bunun içindir ki arayışımız hep devam edecek. Doğruyu, iyiyi, güzeli arayacağız. Herşeyin bu dünyada bitmediğine inanıyoruz.
Biz bu dergiyi çıkarırken dünyada büyük yankılar uyandırmayacağını da biliyoruz. Clinton’un Beyaz Saray'ın önünde kürsüye gelip "Türkiye'de SEDİR diye bir dergi çıkmış bu derginin dünya barışına büyük katkısı olacaktır." ya da Çiller'in “Kırat - beyaz at mıydı yoksa - ambleminin önüne geçip SEDİR dergisi ülkemize, milletimize hayırlı olsun" demeyeceğini biliyoruz. Zaten böyle bir iddiamız, bir beklentimiz de yok. Bu dergiyi çıkarmakla günah çıkarmak gibi bir amacımız da yok. Herbirimizin geçmişte günahlarımız olduğu gibi gelecekte de olacağını biliyoruz. Buna rağmen dergimizi kilise gibi düşünmeyeceğiz.
Amacımız ucuz kahramanlık değil. (zaten yeterince var) Hatta kahramanlık da değil. Gücümüzün farkındayız. Ayağımız yere basıyor. Bununla beraber "NEDEN?" sorusunu hep soracağız. Neden okul? Neden hapishane? Neden dil? Neden din? Neden kültür- folklor? Neden gaddarlık, ölüm, gözyaşı...? Hep soracağız.
Amacımız: toplumun ahlak ve din anlayışının çarpıtılmasına; çağımızın emperyalist düşünce anlayışına; ezici, insan onurunu yok etmeye yönelik bürokrasi anlayışına; çağdaşlık, bilimsellik aldatmacalarına; zorbalığı haklı gösteren siyasal yönetimlere; bizim olmayan eğitim sistemlerini "milli" yamasıyla üzerimize uydurmaya çalışanlara kitlesel tepki oluşturmak ve ''Allah'a iyi kul olmaya çabalamak."
İnşallah başarılı oluruz- olacağız.
Anamur SEDİR
“EĞİTİMDEKİ MESELELERİN HALLEDİLMESİ İÇİN BAŞKA MİLLETE UYGULANAN SİSTEMİ AYNEN UYGULAMAK BİR HATADIR!”
EĞİTİM ARAYIŞI
Eğitim... Sadece bizim değil tüm dünya milletlerinin baş ağrısı. Bu ağrının dinmesi mümkün değildir. Gelişme sürekli ise eğitim konusundaki meseleler de süreklilik arz edecektir. Ancak bu problemler eğitimi bir çıkmaza sürüklememelidir. Buna ancak uygulanan eğitim politikasıyla mani olunabilir. Ama nasıl bir eğitim politikası?
Türk eğitim sistemi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana bir arayış içerisindedir. Yitiğini nerede arayacağını bilmeyen insanın şaşkınlığında dolaşıp duruyoruz. Bakınız, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kaç defa ilkokul programı değiştirmişiz. 1926' da Fransız İlkokul programı, 1936' da Almanya İlkokul programı, 1948' de İngiltere İlkokul programı, 1962' de Amerikan İlkokul programı. Bunlarda yeterli görülmeyip 1967' de yeniden değiştirilen İlkokul programı. Orta öğretim de bundan farklı değildir. Bunun yanında iktidarların değişmesiyle meydana gelen bakan değişikliği. (Hemen hemen her yıla bir Milli Eğitim Bakanı düşmektedir) ve iktidarlara göre değişen eğitim politikası. Adı üzerinde "milli" olması gereken eğitimimiz maalesef bu özelliğini yerine getirememiştir.
Eğitimdeki meselelerin halledilmesi için başka bir millette uygulanan sistemi aynen uygulamak hatadır. Çünkü başka milletlerin ahlaki yapısı, toplum yapısı, dünya görüşü, insana bakışı bizden çok farklıdır. Hâlbuki eğitim, toplumun kendi yapısına göre verilir. Nitekim bizde uygulanan Fransız, Alman, İngiliz ve Amerikan İlkokul programları başarıyla uygulanamamıştır. Kimisi bize dar gelmiş, kimisi ise bol. O halde eğitimimiz nasıl bir tabana oturtulmalıdır? sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu sorunun cevabını Amerikalı orta öğretim profesörü Dr. Rufi'den alalım:
"Biz Amerikalılar herşeye rağmen yeni bir milletiz. Eski ve asil milletlerin tarihteki başarılarının sırlarını öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Bunları araştım, bulduğumuz iyi usulleri Amerikan atmosferine göre tatbik yolluna gideriz. Şunu biliniz ki defalarca büyük medeniyetler kurmuş bir milletsiniz. Başarılarımızın sırları nelerdi? Onları bulunuz. Bizden ve başka kimselerden usul aramalıyız.”.
İşte sorunun cevabı… Eğitimdeki problemlerin halledilmesi için kendimizi tanımamız lazımdır. Günümüzde yolsuzluk, rüşvet, adam öldürme, milli, dini ve ahlaki değerlere sırt çevirme hatta kendi geçmişine hakaret etme fiillerinden hep şikâyet ediyoruz. Şimdi ben sizlere soruyorum. Kendi kültür değerlerimizden yoksun, yabancı. Eğitim programlarına göre yetişmiş, kendini toplumun üzerinde tutan insandan ne bekleyebilirsiniz?
Gelecekte, memleketimizi ellerine bırakacağımız gençlerimize sağlam bir ruh vermek için eğitim politikamızın, milletimizin milli ve dini değerlerine göre hazırlanıp uygulanması gerekir. Bu eğitimle yetişen gencimiz kendini "dünya vatandaşı olarak değil, Türk vatandaşı olarak" görecek ve işgal ettiği makam ve mevkiinin sorumluluğunu ta iliklerinde hissederek yerine getirecektir. Ancak kendi köklerimizden beslenirsek güzel meyve veririz. Yoksa…
Şerafettin KÖSE
“MİLLİ OLMASI GERKEN EĞİTİMİMİZİN MAALESEF BU ÖZELLİĞİNİ YERİNE GETİREMEMİŞTİR.”
EĞİTİMDE MİLLİLİK VASFI
Maarif (eğitim), bir milletin kuve-i anil-merkiziyesi (merkezkaç kuvveti)dir diyor. Semiha Ayverdi Hanımefendi ve örnek veriyor. Bir çaycı tepsisini düşünelim... Bu tepsiyi taşıyan kimse, sıra sıra dizilmiş bardakları sallaya sallaya götürse de, ne bardaklar düşer ne de içindekiler dökülür. Zira merkezi kuvvet onu, iç ve dış sarsıntıların etkisinden korur. Bugün Türk milli eğitiminin milli-manevi dolayısıyla de takım unsurlarını kaybettiğini; yani merkezkaç kuvvetin ortadan kalktığını, tepsideki bardakların - milli değerlerin - bir bir etrafa dağıldıkları görüyoruz. Bunun sebepleri saymakla bitmez.
Öncelikle eğitimin gayesinin bilinmesi gerekir. Bu gaye; müsbet ilmi şuurlu bir şekilde hedef olarak alma, çocuğa kendi yeteneğini gösterebileceği zemini hazırlama, en önemlisi onu dini, ahlaki ve milli değerlerine bağlı ve onları koruyan bir nesil olarak yetiştirme olmalıdır.
Eğitinin en önemli sahnesi olan okullarımızda müsbet ilmi gaye edinmiş, kendi milli yapımıza uygun bir sistemi kuramamış olmamız, çocuklarımızı gayesiz bir eğitimin bozuk dişlileri arasında parçalamakta ve yok etmektedir. Haddini aşan sınıf mevcutları, tam anlamıyla kavranamamış kredi sistemi ile okullarımızın irade ve ruh terbiyesi vermeleri, hayatta başarının sırrını anlatmaları, "insan" olmanın inceliklerini vermeleri mümkün değildir.
Bugün milli eğitimimiz ve onun en önemli parçası olan okullarımız, sadece okur-yazar yetiştirmektedir. Eğitimden ziyade öğretim ön plana çıkmakta, gençlerimiz üniversiteye girebilme endişesinin dışında hiç bir düşünce taşımamakta, üniversiteye girmeyi her şey zannetmekte ve kendi benliklerini kaybetmektedirler. Türkiye'nin ekonomik gerçeklerine dayanan gelecek endişesi, gençliğimizi ya bedbin, bedbaht, gayesiz, hayata küsmüş bir zavallı veya her şeyi üniversitede arayan bir yarış atı yapmıştır. Her iki sınıf da insan olmanın yüceliklerini kavrayamamakta, bazı yüce değerlerin uzağında kalmaktadır.
Bu yüce değerler mutlaka okulda verilmez. Eğitimin birinci kademe si ve daha önemlisi ailedir. Temel eğitim aileden alınır. Ancak bu temel eğitimi verebilecek aile sayısı ülkemizde çok çok azdır. Çünkü ailelerimiz zaten bu konularda yaya kalmışlardır. Atlı olanlar da çocuğunu batı kültürü ile yetiştirme hevesinde olan bir takım Tanzimat hovardalarıdır. Kendi değerlerinden rahatsızlık duyan bu insanların, kendini iyi tanıyan, geçmişini iyi bilen, milletini yüceltmeyi kendine şiar edenmiş bir gençlik yetiştirmeleri tabii ki mümkün değildir.
Bu konuyu Ayla Ağabeğüm Hanımefendi'nin hepimizin ortak yarası ve eksiği olan bir tesbiti ile genişletmek istiyorum. Şöyle diyor, Ayla Ağabeğüm :
"Ailelerinin büyük bir kısmı çocuğa dini, ahlaki ve milli olan eğitimi vermekten çok uzak. Yetişkinlerimizin zevkle seyrettiği yabancı filmleri seyrederken, çocuklarla ilgili sahnelere dikkat edelim. Gece yatarken dua eden, pazar günü yeni elbisesini giyerek kiliseye giden çocuk bizi düşündürmelidir. Kaçımız gece yatarken çocuğumuzun Allah'a yalvarmasını, dua etmesini öğrettik veya camiye beraber giderek daha çocuk yaşında o uhrevi havayı hissetmesini sağlayabildik. Her milletin bir ahlak anlayışı vardır, fertler bu anlayışa göre çocuklarını yetiştirmek zorundadır. Türk milleti varsa, Türk'ün ahlaki değerleri de vardır. Öyleyse çocuğumu Türk gibi yetiştirmeliyim, diyen anne ve babalara çocukların ihtiyacı vardır."
Rahmetli hocam Prof. Mehmet Kaplan'da eğitim konusunda şöyle diyor : "En verimli yatırım, Milli Eğitim'e yapılan yatırımdır. Türkiye bu hakikati anlamadıkça kalkınamaz. Zira dünyada kültür, medeniyet, sanat, teknik sahasında ne yapılmışsa insan tarafından, kabiliyetli, iyi yetişmiş insan tarafından yapılmıştır. Kabiliyetleri seçen, yerli yerine yerleştiren ve geliştiren de okullar ve öğretmenlerdir. Okul ve öğretmen ne kadar iyi olursa öğrenciler de o kadar iyi yetişir. Türkiye'nin geri kalmasının başlıca sebebi, iki kere iki dört eder kadar açık olan bu gerçeklere sırt çevirmesidir:”
Ne kadar isabetli bir tesbit değil mi? iyi eğitilmiş, müspet ilimler ve müspet değerlerle patlamaya hazır bir gençliği yetiştirmek için öncelikle aynı özellikleri taşıyan eğitim-öğretim elemanlarına ihtiyaç vardır. Ne var ki bu ölçüleri taşıyan eleman sayısı ülkemizde çok azdır.
Gençliğimiz; geçmişte siyası amortiden öğretmen olmuş, öğretmenlik formasyonu kazanmamış, siparişle diploma almış, kendini bile eğitmemiş insanların eline bırakılmıştır. (Kendini Türk gençliğinin eğitimine ve geleceğine adamış değerli öğretmenlerimizi bu değerlendirmenin dışında tutuyor ve onların başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.) Öğretmenlik mesleği hakir görülmüş, bu "Peygamber mesleği" sıradan bir ekmek kapısı olarak düşünülmüş ve ne acıdır ki çocuğu üniversite imtihanlarında istediği bölümü kazanmayan aileler "hiç olmazsa öğretmen olsun" anlayışı ile onları öğretmen yetiştiren kurumlara yerleştirmişlerdir. Bu kurumlarda içlerinden gelerek okumadan mezun olan öğretmenler, öğrenci karşısında da aynı şevksizliği göstermişler ve iyi öğrenciler yetiştirememiş, iyi bir eğitim verememişlerdir.
O halde en önemli ihtiyaçlarımızdan birisi, eğiti¬mi terbiyenin, öğretimi bilginin karşılığı olarak alan, milli - manevi ve tarihi değerlerle kendini süsleyen ve bu süslemeyi öğrencileri için de gerçekleştirme gayreti içinde olan öğretmenlerimizdir. Bu vasıflan taşıyan öğretmenlerimiz bize "bilgi çağı"nın kendini bilen, geleceğini iyi kestiren, ruhani değerlerine bağlı gençliğini yetiştireceklerdir.
"Milli Eğitim" Bakanlığımızın da eğitimde başıbozukluktan kurtulup, iyi bir eğitim için sistemli ve metotlu çalışmalar yapması, tereddütlerinden kurtulması, eğitimde kendi özüne dönmesi gerekmektedir.
Yoksa geçmişle gelecek arasında bağ kurmaya yarayan köprüler birer birer yıkılır ve eğitimin temel unsuru olan "millilik" vasfı da ortadan kalkar.
Ali Rıza KİBRİT
YENİ BİR DÜNYA KURMAK
İnsan varlığının değişik şekillerinden olan kadın - erkek, yaşlı - genç, küçük - büyük, sıhhatli ve hasta olanlar, bilginler - cahiller, becerikliler, caniler, köylü, işçi, memur, işadamı, esnaf, politikacı, din adamı, asker, profesör, öğretmenler, aristokratlar, burjuva ve sosyeteden müteşekkil toplum ve insanlık bir kriz içerisindedir.
Herkes hayatın ve müesseselerin düzensizliğinden, ekonomik bozukluktan, ahlaki çöküntüden, insanların elinde bulundurdukları yetki ve makamları menfaatleri doğrultusunda istismarından ızdırab çekiyor.
Bugün içinde bulunduğumuz toplumun genelinde, davranışlarımızın ve düşüncemizin ahengi altında saklanan fiziki, kimyevi ve fizyolojik mekanizmaların durumundan kaynaklanan bir kriz var. Kriz insanın zaaflarından ve bizzat medeniyetin yapısından ileri geliyor. Bu bir insan krizidir. İnsan kendi beyninden ve ellerinden şekillenmiş olan dünyaya intibak edemiyor. Adına medeniyet dediğimiz bu kaos, insanın kendini tanımadan önce maddeye hakim olmasıyla, tesadüfî ilmi buluş ve icatlarla, insanlık adına ileri sürülen ideoloji ve fikir sistemlerinin ruha inemeyen sığlığı ve acımasız - hırçın kabalığıyla, ulu önder, büyük lider, üstün yönetici kalpazanlarının heva ve heveslerine, beşeri zaaflarına göre akli ve imani yetersizliklerinden şekillenmiştir.
İnsanoğlu bugün içine düştüğü bunalımdan bir kurtuluş çaresi, alternatif bir model - sistem arayışı içerisindedir.
Bugünkü bunalımın çıkış kaynağı olan insan aynı zamanda da çözümün alternatifidir. Yani "Sebebi insan, çare insan." Kaliteli insan, şahsiyetli ve inanç sahibi insan. Ülkü sahibi insan.
İnsanlık tarihinde yok olmuş kavimlerin, Yunan Roma ve Pompeinin lanetli akıbetinden kurtulmak istiyorsak muhitimizi insan fıtratına uygun olarak yeniden kurmak, ferdi ve sosyal yapılanmanızı yeniden inşa etmekten başka çaremiz yok. Hergün kendimizden, alışkanlıklarımızdan, düşünüş ve değer yargılarımızdan, kendi dışınızdaki dünya ve dünyayı yaşayış tarzından şikâyet edip duracağınıza, her geçen gün bir şeyleri biraz daha değiştirebilmenin mücadelesini vermek zorundayız. Çünkü Cenab-ı Allah'ın kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de belirttiği üzere "Bir toplum kendini değiştirmediği müddetçe Allah da onların durumunu düzeltmez."
Ev inşa etmek isteyen yerçekimi kanununu, fizik, cebir, geometri kanunların bilmek zorundadır. Hayatıda ideal insan - ideal toplum seviyesinde bir inanç ve mana eksenine oturtmak isteyen, bize bu hayatı bahşedeni ve onun kurallarını bilmek ve tabi olmak zorundadır. Aleme ibret gözüyle bakarak Allah'ın varlığım ve kanunlarını idrake mecburuz.
"Bu dünyayı İlahi Kanunlara göre yeniden kur¬maktan başka bir alternatif yok !"
Bütün gayretimiz ve hedefimiz Allah Resulünün emanet ettiği inanç ışığında insanlığı iman ve irfan ile aydınlatarak geleceğin teminatı olan sağlıklı nesiller yetiştirebilmektir.
Çağımızın insani irade zaafı ve ahlaki bir çöküş içerisindedir.
Faziletlerin ortadan kaldırıldığı, zevklerin putlaştırıldığı maddeci hayat tarzına dur demek için yeni nesillere şahsiyet ve sağlıklı bir ruhi yapı verecek bir eğitim sistemi organize edilmelidir.
Eğitimin gayesi lüks ve servet kazanma gayelerine sevkederek, sonsuz ihtirasların acımasız yarışına koşmak değil, sağlam karakter ve ilmi bir seviye vererek hayatın huzur içinde faziletle yaşanmasını sağlamak olmalıdır.
Hafıza kültürüne ve ezberciliğe dayalı bir eğitim sistemi içerisinde gençlik hayata hazırlanmadan ve hayatın zorluklarıyla mücadele edecek bir şahsiyet kazanmadan yetişiyor.
Gençliğe devamlı bilgi hamballığı yaptırılırken hiç kimse ahlaki, fonksiyonel ve akli vasıflarını geliştirmenin bir zaruret olduğunu düşünmüyor.
Zekânın ve iç duyguların sıhhati, ahlak disiplini, irade ve karakter sağlamlılığı gibi manevi gelişmede en az organik sağlık kadar zaruridir. Ruh sağlığı olmayan bir vücudun sağlığı, içinde bulunduğu cemiyetin sağlıksızlığı demektir.
Gençliğe ahlak, sinir dengesi, güven ve huzur vermeden yetiştirmek, yetiştirmemektir! Gençliğini sağlıklı yetiştiremeyen bir toplumun akıbeti ise zamanla bütün faziletlerini yitirerek maneviyatsızlık içerisinde dejenere olup çökmektir.
Mehmet Ali KESKİNASLAN
"GELECEGİNİ TEMİNAT ALTINA ALMAK İSTEYEN BİR MİLLET, SAGLIKLI NESİLLER YETİŞTİRMEK ZORUNDADIR.”


TÜRKÜ
Gideceğim gurbet ele,
Bak yoluma gözle beni.
Kara haber tez ulaşır,
Ölsem de duy beni.
Duy duy.
Bir mektubun alamadım
Birkaç kelam salamadım
Küskün mü ne bilemedim
Ağlama duy beni.
Duy duy.
Babahan'ım özüm gardaş,
Sizinle ben oldum sırdaş
Ettir yürek, değildir taş
Çürüdük bak, duy beni.
Duy dur
İsmet BABAHAN


ÖĞRETMENİM
Düştüm a,b,c ile
Kalktım sayılarla
Donandım Bayraklarla
Okulumla öğretmenim
Sabrını izledi m
Onbir yıl enstitüden evvel
Şimdi Karatahtanın
Önündeyim ÖGRETMENİM
Kadermiş muallimlik hayatta
Çok sırlar varmış kerratta
İlmin kendisi imiş merakta
Sordum öğrettim ÖGRETMENİM
Öğretmenim derler - benim gibi-
Bana öğrencilerim
Bir çiçek bile veremedim
Alırken ellerim
Özrümü kabul et sevgine muhtacım
ÖGRETMENİM
M. Faik GÜNEYSU
Anamur -1992
MEMUR SENDİKASI ÜZERİNE
Sendika, çeşitli iş ve meslek gruplarının çıkarlarını korumak, geliştirmek, ekonomik ve sosyal meselelerini çözmek amacıyla oluşturdukları bir birlik, mesleki bir topluluktur.
XIX. yy' da bir işçi hareketi olarak doğan ve gelişen sendikacılık, günümüzde bu vasfım aşmış, bütün çalışan1arı kapsar hale gelmiştir.
Dergimiz sendika yöneticilerine aşağıdaki sorulara yöneltti.
Cevapları ek sayfalarda sizlere sunuldu.
* 1 - Sendikanızın öğretmenlerin mevcut ekonomik ve sosyal durumu hakkındaki görüşleri nedir? Önerdiğiniz çözüm yollarını sıralar mısınız?
* 2 - Eğitim işkolunda birden fazla sendikanın bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
* 3 - Yöneticilerin sendikalaşmaya bakışı nasıl, herhangi bir baskı söz konusu mudur?
* 4- Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlardan dolayı sendikanız hangi güçlüklerle karşılaşmaktadır?
* 5 - Bu bağlamda eğitimcilerden beklentiniz nelerdir?
* 6 - 24 Kasım Öğretmenler Günü hakkında görüşleriniz?
Sendikanın ve sendikacılığın zihinlerde bıraktığı imaj, demokratik gelişmesini tam olarak tamamlayamamış olmasıdır. Pek çok sebep yanında bunun en etkilisi olumsuz propagandalardır. Birazcık. Mürekkep yalamış olup da siyasi tarih okumamış olanımız yoktur. XIX. yy sömürgeci Avrupa’sı çalkantılı bir dönemdir. İşçi hareketleri, ayaklanmalar, ihtilâller... Tablo hiç de iç açıcı değildir. Bu dönemde acımasız patronlara karşı acımasız işçi mücadeleleri önemli yer tutar. Bu olaylar insanlığı sosyal yönden çok etkilemiştir.
Türkiye' de sendikal hareketlerin doğuşu ise 1960 Anayasası dönemindedir. 60'lı yıllarda birçok işçi sendikası kuruldu. Bunların en başında Öğretmenler sendikası geliyordu.
Türkiye'de 1960 ve 1970'li yıllarda yaşadığımız ideolojik ve çok yönlü kışkırtmalara dayalı olaylara baktığımızda durumun XIX. yy. Avrupa’sında yaşananlar kadar olmasa da onlara yakın olduğu dikkati çeker. Bu dönemdeki karışıklıklara neden olan tarafların en önemlilerinden birisi de zamanın memur ve işçi sendikaları olmuştur.
Yukarıdaki gerçekler hür düşünceye inanmış bir anlayışla değerlendirildiğinde alınacak çok önemli dersler vardır. Fakat hürriyeti, insan hakkını, adaleti, kavrayamamış bir kafa ile değerlendirildiği zaman ise korkulacak çok yön vardır. Bu önemli farkı yakalamamız gerekiyor.
Geçmişte yaşananlar yaşandı diye elimiz kolumuz bağlı oturmamız mı gerekiyor? Hayır, elbette demokratik olduğu iddia edilen bu zeminde, yapılabilecek çok şey vardır. Sistemin kendi hatalarından ve açmazlarından faydalanmak mümkündür.
Günümüz Türkiye’sinde 1. 600.000 civarındaki memur kesiminin 1/3'ü sendikaları kurmuş ayrı adreslerde de olsa mücadele etmektedirler. Bu sendikalar acaba nasıl kuruldu? Herşeyden önce 1982 Anayasası memur sendikalarını ne yasaklamıştır, ne de izin vermiştir. Bunun yanında bir sendikalar kanunu yoktur. Bir tarafta da sendikaların kurulmasında bir sakınca olmadığına dair Danıştay kararı mevcuttur. Kısaca bir kargaşa vardır. Kanun yok, yasak yok, izin yok... Memur kesiminin büyük bir çoğunluğunun da olaya bakış açısı bu yoklu ve varlı kargaşadan farksızdır. İLKSAN örneği aktüalitesini kaybetmemiş bir halde gözler önündeyken, hala devletin tek sendika kurmasını bekleyenler, hele bir kanun çıksın o zaman düşünürüz diyenler velhasıl ne idiğü belirsiz bir sürü farklı anlayış.
Bu durum böyle gitmemeli memur kendi meselesine kendisi sahip çıkmalıdır. Bizden sonra çocuklarımızın da hergün gazete manşetlerinde yer alan yolsuzluklara çalkalanan bir ülkede yaşamalarını istemiyorsak bu gidişi durdurmalıyız. Devlet biziz. Biz yoksak devlet de yoktur. Meselemize sahip çıkmamız esasen devlete sahip çıkmamızdır. Devletin önemli köşelerini kapmış olan yüzsüzlerin haklarımızı vermelerini bekleyemeyiz. Biz almalıyız. Tabiri caizse söke söke almalıyız.
SEDİR
"EGİT. SEN" İN GÖRÜŞLERİ
İbrahim TEKİN-EGİT -SEN/Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası/Anamur Temsilciliği / Baş Temsilcisi
-Eğit-Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) Ana Tüzüğünden-
"Çalışma yaşamında üyelerin ekonomik, demokratik, akademik sosyal, hukuksal, kültürel ve özlük hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmeyi amaçlar.
Eğit - Sen, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce felsefe inanç, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, bütün üyeleri arasında amaçları doğrultusunda birlik ve dayanışmayı geliştirmeyi amaçlar."
Ülkemizde tüm emeği ile geçinenler gibi eğitim emekçileri de giderek yoksullaşmaktadırlar. Eğitim iş kolunda çalışanların tümü ekonomik sıkıntının yanında sosyal yaşantısında da sorunlar yaşamaktadır. Bu sorunlarımızın her biri ayrı ayrı çok önemlidir ve üzerinde düşünülüp çözüm yolları bulunması gerekir. Örneğin, atama, konut, kreş, çocuk okutma, çalışma koşulları, kadın çalışanları kadın elemanlarından doğan sorunlar öylece durmakta ve hiç kimse de bunların çözümü için bir adım atmamaktadır. Çözüm gibi gösterilmeye çalışılanlar da aldatmaya sorunların çözümünü geciktirmeye yöneliktir. Bizim sorunlarımızı bizden daha iyi kimse bilemez ve bizden başkası da çözüm yolları bulamaz. Bu nedenle örgütlenmeliyiz, örgütlenerek sorunlarımızı çözmeliyiz.
Eğit - Sen'i yaratan eğitim emekçileri çalışmalarına çok önceden başladı. Bu çalışmalar Eğit - Der ile başlayarak Eğit - Sen' e uzandı. Örgütlenmeyi yasaklayan 12 Eylül yöntemi çalışanlar üzerinde baskı kurarak ve yasaklarla ülkeyi yönetmeye kalkıştı. Bu baskıcı ve yasaklı dönemde eğitim emekçileri örgütlenmenin yolunu ve biçimini araştırmaya koyuldu. Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere dayanarak eğitim emekçileri sendikalarını kurdu ve bu Eğit-Sen örgütlülüğü biçiminde şekillendi. Bunun ardından da diğer memurlar da örgütlüklerini oluşturmaya başladılar Tabi memurların önüne geçemeyeceğini anlayan devlet kendi güdümünde olacak sendikalar da kurdurdu.
Eğit - Sen tüm eğitim çalışanlarının birlikteliğinden yanadır. Eğitim iş kolunda birden çok sendikanın olması istenilen bir durum değildir. Eğit - Sen eğitim emekçilerinin birlikteliği için büyük çaba harcamakta ve sonra da harcayacaktır. Hatta Eğit - Sen ülkemizde ortak çalışanlar yasası yapılmasının savunmaktadır. Tüm bu çaba ve çalışmalara rağmen ayrı sendikalar kurulmuşsa bu da kızmayı ya da küsmeyi gerektirmez. İyi niyet ve kararlılıkla tüm eğitim emekçilerinin ve çalışanların birlikteliğinin, dayanışmasını sağlamak için çalışmalıdır.
İnsan haklarına ve hukuka, uluslararası sözleşmelere uygunluk gösteren örgütlenmemizi sindiremeyenlerde oldu. Bunu çeşitli baskılar uygulayarak gösteriyorlar. Ama hiç bir dayanak ve hak1ılık1arı olmadığı için önümüzü kesmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Tüm eğitim emekçileri kendilerine nasıl, nerede mücadele edersem haklarımı elde ederim diye sormalıdır. Bu da bize göre Eğit - Sen öncülüğünde olur.
Öğretmenler günü Eğitimin demokratikleştirilmesi, Öğretmen evleri, İlk - san, örgütlüğümüzle ilgili konulardır. Bu konulara eğitim emekçileri örgütlüğü içinde çözüm bulunacaktır. Başkaları tarafından hiçbir dayatma bizim tarafımızdan kabul edilemez. Biz sendika kuracaksak kendimiz kurar ve yürütürüz. Biz nasıl ve ne zaman bir gün kutlayacağımıza kendimiz karar veririz. Bu 24 Kasım' da olur, bir başka gün de olur. 12 Eylül dayatması olan 24 Kasım Öğretmenler Günü değildir. Biz dayatmalara karşıyız. Bu konunun Atatürk sevgisi ile de ilgisi yoktur. Bizim için kararları biz vermeliyiz.

"Türk Eğitim-Sen" in Görüşleri
Mustafa YILDIZ
Türk Eğitim Sen. Anamur Şube Başkanı
İnsan ve düşünme olduğu müddetçe eğitim devamlılık arz eder. Ya içinde bulunduğu dünya şartlarının gerisinde ya da ilerisinde eğitim, aile, çevre, örf ve adetler, coğrafi durum, inançlar gibi birçok faktörün belirlediği durumdur.
Öğretmenlerden bahsedilince organize edilmiş örgün bir eğitimi düşünmemiz gerekir.
Öğretmenler kimi zaman çalışma ücretlerini halktan, kimi zaman da kurumlaşmış devlet yapısından almışlardır. Öğreten kişinin öğretimi tam yapabilmesi için yaşadığı toplumda da, ekonomik ve sosyal yönden, öğrettiği insanlardan da daha bilgili ve görgülü olması gerekir. Aynı bilgi ve görgüye sahip iki insanın birbirine verebileceği çok az şey vardır.
Eğitim ve öğretim şüphesiz ki rastgele yapılmaz. Bir plan ve program dâhilinde önceden tespit edilmiş, belirli amaca yönelik aktarımdan sonra eğitim görenlerde bir takım davranış değişiklikleri elde edilmesidir.
Zamanımız Türkiye’sindeki öğretmenler belirli program dâhilinde önceden tespit edilmiş belirli programlar doğrultusunda yetiştirilerek basmakalıp bilgi dağarcığı ile doldurulur. Bu mesleğe atılırlar. Bu 25 yıllık öğretmenlik hayatında okuma alışkanlığından yoksun, gezip görmeye, yeni bilgiler edinmeye, değişimleri izlemeye ihtiyaç duymadan ya da duyamadan bu mesleği devam ettirirler. Bunda en büyük payın ekonomik bağımlılığın olduğunu söylersek yanılmış olmayız.
İnsanın yeme, içme, barınma, giyinme, gezme, eğlenme ve ekonomik ihtiyaçlar giderilebilirse ancak güven içinde bir başka amaca yönelebilir. Öğretmenler bütün zamanlarını programladıkları meslek dalına ayırabilmeleri için saydığımız ihtiyaçlarının giderilmesi gerekmektedir. Bir coğrafya öğretmenin, bırakın dünyayı, Türkiye’yi gezmeden coğrafya dersini anlatmasını beklemek doğru olmaz. Tarih Öğretmeni tarihi eserleri ve eserlere ait bilgilerin bulunduğu yerleri gezecek ve öğrenecek kadar da kitap okuyabilmeli ki tam olarak dersini anlatsın.
Matematik, Fizik, Kimya dersleri öğretmenleri de yeni buluş, görü§ ve düşünüşleri incelemeli, bu konularda öğrencilere nasıl faydalı olacağının çabası içine girmelidir. Bunun başarılabilmesi için paranın esirliğinden kurtulunması gerekir. Mersin Türk Eğitim - Sen Şubesinin düzenlediği bir ankette öğretmenlerin % 8O'nin ek bir işte çalışma isteği vardır. Bu öğretmen bırakın gezip görme, inceleme yapma, geçim sıkıntısı zorluk ve sıkıntı içindedir. İçinde bulunduğumuz günlerde Özel Dershaneler yaygınlaşmış özel okulların açılması ve mevcut okulların özelleştirilmesi gündemdedir. Bu dershanelere de okullarımızdaki öğretmen gitmekte özelleştirilecek okullara da bu öğretmenler gidecektir. Acaba fark nedir? Aynı öğretmen, dershanede başarılı, özel okullarda başarılı, devlet okullarında başarısız görülüyor. Benim çıkardığım sonuç o ki normal devlet okulunda 1. dereceden 4. kademedeki bir öğretmen 6.500.000 TL. Ücret alırken özel okul ve dershanelerde en az 13.000.000 TL. Ücret almaktadırlar. İşte öğretmenler devlet tarafından sözde her türlü hürriyeti olan insanlar olarak gösterilse de maalesef ekonomik köle haline getirilmiştir. Bir insana gezme hürriyetin yok demekle, o insanı gezecek imkânlardan yoksun bırakmak arasındaki fark gezebilecekken gezemeyen insanı, gayri kanuni ve gayri meşru yollara sevk etmekten başka bir şey değildir.
Kısaca öğretmenler, ekonomik yönden ezilmekte, mağdur edilmekte, köydeki şehre inememekte, şehirdeki de pahalılık, açlık ve kira ile boğuşmak zorunda bırakılmaktadır.
İşte bütün bunların halli için;
1) a) Öğretmenler sendikalaşmalı, bu gerçekleri devletle açık açık konuşmalı,
b) Hayat standardı bugünkü gibi sahteci değil gerçekçi olarak ele alınmalı vergi dışı bırakılmalı,
c) Her ailenin nüfusuna eğitim-öğretim görenlerin tahsil durumuna göre muafiyetler getirilerek vergide eşitsizlik ilkesinden, eşitlik ilkesine geçilmelidir.
d) İş riski konularak iller, ilçeler, köyler merkeze uzaklık ve yakınlıklarına göre tespit edilip daha çok çile çekenlere daha fazla ve adilane ücret ödenmelidir. Çalışmayanla çalışana aynı ücretin ödendiği bir ortamda verimden söz edilemez. Doğu ve Güney doğudaki olağan üstü hal tazminatı öğretmenin can güvenliği sağlanmadan hiçbir şeyi halletmez. Can parayla satılıp alınmaz. Bunu da anlatmak gerekir.
e) Diğer meslek gruplarında yıpranmadan dolayı kıdem arttıkça ve tazminatlar ödenirken öğretmenler sanki yan gelip yatıyor gibi ya da evde anne, babasının laf anlatamadığı çocuklarına bilgi görgü anlatımında hiç emek çekmiyor gibi bu haktan yararlandırılmamışlardır. Gerçi son günlerde gündemde, inşallah çıkarılır.
f) İlksan, zorunlu tasarruf (TÖYAK) gibi kesintiler zorla kesilip soma da denetimsiz bırakılıp, birkaç kişinin çiftliği gibi kullanılması da moral bozan ekonomik bir şoktur.
g) Öğretmen evleri bugünkü haliyle birtakım bürokratların yeyim yeri halindedir.
Öğretmenler faydalanamamaktadırlar. Eğer daha denetimli ve sadece öğretmenlerin ihtiyaçlarına cevap veren kurumlar haline getirilirse öğretmenlerin belli bir kısmı bu yolla ve devlet de destekli faizsiz kredilerle hiç olmazsa kendi yurdumuzu tanıma imkânı bulabilirler. Birçok öğretmenin şehirlerdeki öğretmen evlerinde kalmak için müracaat ettiğinde yatakları bürokratlar için ayrıldığından yer olmadığından dolayı ka1amadıklarını, hatta çok ilginçtir ki bir şoförün torpiliyle öğretmen evinde yer bulabildiğini öğreniyorum. İşte 1 lira dahi olsa öğretmenden alınan ücretlerle bu tür aksaklıkların ilgililer tarafından dikkatle dinlenmesini ve öğretmenlerin hizmetine sunulmasını istemek de tabi hakkımızdır.
2) Eğitim ve öğretim iş kolunda birden fazla sendikanın olması gayet normal demokratik bir ülkede daha fazla sendika da kurmamız mümkün. Önemli olan neticedir... Ben Türkiye Kamu Sen konfederasyonu başkanı Sayın Ali Işıkları ve Türk Eğitim Sen genel başkanını çok iyi tanıyorum. Dürüst, çalışkan, bürokrasiyi bilen kişilerdir. Sendikalar da kurulmadan kamu çalışan1arının sorunlarına eğilen insanlardır. Kamu çalışanlarının sosyal dayanışmalarını sağlamak amacıyla kurulan vakıflar bunun örneğidir. Sendikalar kuruluyor laf olsun biz de kuralım, ya da bir ideoloji peşinde olan insanlar değillerdir. Güveniyorum, güvenelim başarı bizimle olacaktır. Tüm öğretmen arkadaşlarıma da bu duygularla, başarılarının gerçekleşmesi için Türk - Eğitim Sen'e davet ediyorum.
3) Bir iş yapılmadan mutlaka fizibilite yapılır, araştırılır, değerlendirilir, ya olumlu ya da olumsuz sonuç ortaya çıkar. Genelde bürokratlar sendikalılaşma taraftan ancak bir iki husus var ki haklıların geri durmasına sebeptir.
a) Geçmişte ve hala sendika ağalarının emekçilerin parasıyla imparatorluk kurmaları,
b) Sendika üyeleri üzerine siyasi hayatta pazarlık yapma sendika üyelerini ideolojik ortamlara angaje etme,
c) Sendikalar arasında siyasi partiler ve etnik gruplar gibi açık kavgaların olması.
İşte bu saydığımız gerçeklerin görüntüleri sendikaya üye olacakları iyi düşünüp doğru karar verebilme aşamasında endişeye düşmekteki bütün bunlara katılmayıp görmemezlikten gelme ya da bunların fazlasını bilen insanların geri durmalarını yadırgamakta abestir.
Olayın bir başka boyutu ise siyasi baskı unsuru olma yani iktidar partileri benim üyeliğime ne der? Beni yerimden oynatır, ya da sürgün mü ederler bu tür sorular ve endişeler bana göre haksızlıktır. Bir sürü yolsuzluk, haksızlık ve hırsızlığın karşısında kendi seçtiğin insandan teşkilatlanma açısından korkuyorsun. Halbuki böyle bir teşkilattan partilerin korkması gerekir. Güç sen oluyorsun gücü teslim ettiğin kişiler ve kişilikler senin aleyhine ise bunun karşısında boyun eğmek acizliktir.
Mevcut sendikalar toplum karşısında imtihandır.
Bu imtihanı kazanan sendikalar büyük, güçlüce söz sahibi olacaktır. Türkiye’de memur sendikacılığı pek yakında gerçekleşecektir. Bu bakımdan değerli arkadaşlarımı bir kez de Türk - Eğitim Sen' e davet ediyorum. Çünkü öğretmenin Milli eğitim çalışanlarının hakkını ancak bizim gibi dürüst, samimi ve tecrübeli bir kadro başarabilir.
4) Türkiye’de siyasi otorite okuyanda değil okumayanda aydın değil cahil insanlar tarafından belirlenir. Bir yığın aday adayından adayları ya Mehmet emmi ya da Hasan Çavuş belirler. Delegeler ayarlanır. Hatta duyduklarım doğru ise satın alınır. Bunlar da milletin temsilciliği niteliğindeki irade beyan edilen kurumlar devletin başı, devletin taşı olurlar. Sonra meclis tarafından bürolar kurulur iş takibi yaparlar.
Ey benim saf temiz inanan kardeşim seni bu düzeni kuranlar neden teşkilat1andırsınlar?
Diyelim ki Milli eğitimde bu yıl 500 ya da 800 veya 100 tayin yapılmış olsun sen sendikanın kurdun ve Milli Eğitim Müdürüne tayini yaparken "şunu haklı, şunu haksız yapıyorsun" şu doğru, şu yanlış diyeceksin. Bu kabul görür mü? Partilerin il ve ilçe başkanlarının getirdiği listede isimleri olan öğretmenler sınıf olmadığı halde merkezde otururken, gerçekten dürüstçe sessiz nice insanlar dağ başlarında tepelerin ardından üniversiteye gönderdiği çocuğunu, Fatma Anamın İstiklal harbi sırasında askere gönderdiği gibi boğazında bir hıçkırık düğümüyle gönderir.
İlksan’da ve öğretmen evlerinde yaşayan beyler sana sendika mı kurdururlar sanıyorsun? Bu kadar yolsuzluk varken kendilerince bir hesap sorma merciini istemez sanırım.
Önemli olan bunların önlenmesi için akıllıca doğru düşünerek hareket etmek bu işi en iyi yapabilecek, gerçekten haksızlıklara dur diyebilecek, Türk Eğitim Sen'de birleşmek gerekir.
5) İşte tüm eğitim camiası adalet, dürüstlük, hırsızlıklar ve haksızlıklardan hesap sorabilmek için maddi ve manevi kalkınmayı gerçekleştirebilmek için eğitimcilerin sadece eğitime yönelik düşüncelerinin olacağı bu devletin daha uygar, daha gelişmiş bir devlet olabilmesi için Türk Eğitim-Sen. ve Türkiye Kamu Çalışanları Konfederasyonu çatısı altında toplanmamız şarttır.
Eğer tüm Anamurlu ve tüm eğitimciler kayıtsız ve duyarsız kalırlarsa elbette sendikacılık da bir hayal olacaktır. Topluma mal edilmeyen, toplum tarafından benimsenmeyen, toplum dinamizmi kazanmamış hiçbir hareket başarılı olamaz.
Tüm öğretmenler sendikalı olmalı, tüm memurlar sendikalı olmalı ve buna inanmalı hele hele tüm öğretmenler Türk Eğitim Sen.'li olmalı.
6) 24 Kasım Öğretmenler Günü ile daha önceki bir Öğretmenler Günü'ne ait duygularımı notlarım arasına alarak aynen aktarıyorum. “Her yıl 24 Kasım'da bir dizi nutuklar atılır. Öğretmene övgüler yağdırılır. Saygı duyulması gereken toplumun en güzide insanları olarak yere indirilmez.
Düzenlenen programlarda içkiler içilir, dans edilir, şarkılar söylenir. Böylece yeni bir 24 Kasım bekler dururuz. Bu bekleyiş tüm hak ve sorumluluklarımızdan habersiz söylenenler ya da söyleyenlerin de söylediklerine inanmadan bir bekleyiştir. 2000'li yıllarda Türk öğretmenlerinin çoğu hangi özlük haklara sahip, hangi sorumlulukları taşıması gerektiğini bilmez. Bordrosunda hangi gelir gruplarının olduğunu ve nerelere hangi kesintinin yapıldığından habersiz. Dese ki ben İlksan'a para kestirmem, bu bir kanundur. Bu konuda söz sahibi olamazsın. Dese ki ben şu kadar yıllık öğretmenim onurlu ve gururlu bir insanım. Çoluk çocuğum lisede, üniversitede okuyor. Şehirde çalışmak istiyorum, referans olmazsa yüzde yüz nezaket ya da büyük bir kalabalıkla dilekçesi geri döner. Öğretmenim hastalansa özel muayenehane ücreti ödemeden muayene bile edilemez. Derdi sorulup çaresi söylenmez.
Bütün bunların yanında en ücra köyden şehrin merkezindeki sosyete çevreye varıncaya kadar ışık ışık, ama sessiz ve kimsesiz bırakılmıştır öyle kalmıştır. Saatlerce yol yürüyor dağlar aştığı köylerde, hasta düşüp şaştığı, karda çıkamadığı gazete, dergi, mecmua hatta televizyon, arkadaş ve konuşacak insan bulamayıp bunalan sinir krizleri geçiren öğretmenlerim toplum içinde 24 Kasımda hatırlanıp hala 1 öğretmenler varmış denip geçilmektedir.
Vatanından, anasından uzak insanlar, bırakın tatil yapıp dinlenmeyi o sılayı rahmi bile yapamamaktadırlar. Öğretmenin iki ay tatili varmış, para olmazsa ha tatil olmuş ha olmamış ne çıkar. Ekonomik yönden bağımsız olmamış öğretmenler için tatil neyi ifade eder?
"Maksat bağcı dövmek mi? Üzüm yemek mi?" diye sorulursa bizim maksadımız üzüm yemektir. İnanıyorum ki tüm insanlar insanca yaşamak için yaratılmıştır. Omuzlarımızdaki yük artık taşınamayacak kadar ağırlaşmakta bizim sabrımızı zorlamaktadır. Hepinizi hepimizi zulümden kurtulmaya davet ediyorum. Olgun becerikli, işi bilen, hak ve adalete inanmış Türk Eğitim-Sen'de birleşmek omuz omuza mücadele etmek tek çaremizdir.

O ÇOCUKLAR ÖYLE MAHZUN
I.
Duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
inanır olmuştum artık solmayacağına
o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler
azgın canavarlarla artık kimler pençeleşecekler
idamlık umutlarım vardı, mektuplar okudum
gördüm satırlarda nişanlı genç kızlar ağlardı
bir baba sıkardı kasketini kahırdan
ve bacalar avuçlarını gözlerine yamardı
benim idamlık umutlarım vardı.
Şimdi
saçmasapan utandığım sözler dolanıyor dilime
kurumlarım yaşlı bir adamın sakalını aşıyor
delikanlı raconları, bitpazarları ve genç kızlar
ve aciz çırakları insanlığın imdada koşuyorlar
çatlıyor damarlarım utançtan, eşgalim sararıyor.
duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
beni kimler anlayacak, kimler sevecek
korkuyorum tasalarım artıyor
o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler
beni kimler anlayacak kimler sevecek.
II.
O çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler
senin solduğun bahçeleri görsem dayanamam
anlatıyorlar bir karanfilin herkese açtığını
çok ağladım sarsılarak saklamam
o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler
gecelerin ürkünç karanlığına bulaştım
o nurdan yüzlü âşıkları unutamam
duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
sensiz yaşamaya alıştım artık
bilmem idamlık kefenimi kimler biçecek.
İlhami ATMACA
BİR ŞİİR VE 70'DEN 93'E
(O ÇOCUKLAR ÖYLE MAHZUN ÜZERİNE)
Erdoğan ŞAHİN (Selahattin ORAL)
"Eğer insanlar yaz sıcağında karabulutların dolaştığını söylüyorsa bunun mutlaka yağmurlardan başka nedeni vardır. Yağmurdan başka şeyler yolundan gitmeyen şeyler."
İlhami ATMACA'nın bu şiiri daha önce (yaklaşık dokuz yıl önce) "Ütopya"da yayınlanmıştı. Acı ve hüzün duygusunun içtenlikle işlendiği bir şiir. Onurlu insanların duyduğu acıyı destanlaştıran bir şiir.
İlhami bu acıyı toplum adına duyan bir şair, inanmış, güvenmiş, inanıp güvendiği insanlarla hep baharı yaşayacağını düşünmüş. Ya onlar? Genç yaşta ölerek geride gözü yaşlı analar, babaları bacılar bırakanlar... Onlar inanmışlar mıydı? İşte bu yüzden İlhami gencecik insanların ölümüyle umutların yok oluşunu bütünleştiriyor. İyiye, güzele karşı umudu yok olmamaktadır.
Gençliğin ölümü toplumun geleceğinin ölümü demektir düşüncenin ölümü kesinlikle değil-o Geleceği yok olmuyor. Geleceği yok olmuş bir toplumun da sonu malum. İlhami bu sonu bildiği için duygularını "aciz çırakları insanlığın imdada koşuyorlar- çatlıyor damarlarım utançtan, eşkâlim sararıyor." dizeleriyle dile getirir. Evet, imdada koşanlar mutlaka bulunur. Ama hiç kimse kendi menfaatlerinin dışında bir amaç için koşup elimizden tutmaz ve bir karanfil herkese açmaya başlar. Bununla birlikte çözüm yılgınlık da değil. Hayat bütün hızıyla akıp gittiğine göre biz de acılarla yaşamayı, acılardan yola çıkarak yaşamayı öğreneceğiz. Ancak bu acılar bizi pasifleştirmemeli. Acı ile mücadeleyi birlikte götürmeliyiz. Aksi halde acı ile gelen pasifik ödlekliği de peşinden getirir.
Günümüzdeki mevcut sistemlerin halkımıza empoze etmeye çalıştığı, dış kaynaklı yasalarımızın ve yasa koyucularımızın uygulamaya çalıştıkları da budur. Yöneteninden yönetilenine sinmiş, pısırık bir toplum olma yolundayız. Biz yakın geçmişimizde de çeşitli acılar yaşamış bir toplumuz. Ancak toplumsal acımızı bireysel acımıza tercih ettiğimiz an başarılı olduk. Bu da bizim hâlâ var olmamızın yegâne kaynağıdır.
O halde adımlarımızı -acıya rağmen- cesur kararlı bir biçimde atmalıyız. Ülkemizin her bireyin duyduğu acıya benim acım diyebilme olgunluğunu insanlığa göstermeliyiz. Ancak bu biçimde insan olmanın haklı onuruyla yaşar, hem de hergün ülkemizin bir köşesinde yüreği kan ağlayan ananın, babanın acısını biraz olsun hafifletebiliriz.
İlhami şiiri, 1980 öncesi ölen gençler için yazmıştı. Ancak bugün ülkemizin özellikle Doğu ve Güneydoğusunda görev yapanlar için durum anı değil mi? Değil diyenler lütfen şairin çizdiği tabloyla şu anda ülkemizin durumunu karılaştırsınlar.
HARAM-HELAL VE RÜŞVET
"AHİRETİN VARLIĞI VE ONU DÜŞÜNMESİ, İNSANIN DÜNYADA YAPACAĞI HATALARIN KARŞILIĞINI GÖRECEĞİNİ BİLMESİ, YAPACAK OLDUĞU BİRÇOK HATALARDAN DÖNMESİNE NEDEN OLUR!"
Rüşvet her dönemde toplumun kanayan bir yarasıdır. Rüşvet sosyal bir afettir. Toplumları söndürüp devletleri yok eden bu afet, yalnız günümüzde değil, geçmişte de vardı. Aşın zevk ve rüşvet toplumların ve medeniyetlerin düşmandır. Allah korkusu olmayan, helal ve haramı bilmeyen toplumlarda rüşvet, AIDS hastalığı gibi yayılma fırsat bulur. Kısa zamanda köşe dönme, az uğraşla çok kazanma hastalığı ülkemizi kavurmaktadır.
Toplumların huzur ve güvenini bozan rüşvetin önüne geçmek için Allah korkusu, insan sevgisi ve mesuliyet duygusu fertlerin kalplerine yerleştirilmelidir. İnsanlığın yüz karası olan manevi değerleri tahrip eden rüşvetten sakınmak için haram ve helali bilmek gerekir.
Haram, kesinlikle yasaklanan; uygun görülmeyen; davranışlar, yiyecek ve içeceklerdir. Helal ise, dinimizin yasaklamadığı; uygun gördüğü davranışlar, yiyeceklerdir. Helal lokma, el emeği, göz nuru, alın teri ile kazanılan lokmadır. İnsanın her kesiminin huzurunu isteyen İslamiyet; kazançların meşru yoldan yapılmasını, helal lokma yemeği farz kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, çalışmayı da ibadet sayarak topluma mutluluğu göstermiştir. Hak etmeden ve gönül rızası ile verilmeden elde edilen kazançların hepsi haramın içine girer.
Bazı insanlar vardır ki, toplum içerisinde kendini kabul ettirmek, kendini tanıtmak isterler. Bu yüzden de toplumun kabul edemeyeceği davranışları yapmaya çalışırlar. Böyle insan tiplerine psikopat denir. Toplumda maddiyetten başka birşey düşünmeyen, manevi değerlerden yoksun, herşeyi para ile ölçen, hayatını para ile özleştiren bir kısım insanlar haramı, helali düşünmeden amaçlarına ulaşmak isterler ki, bunlar da birer psikopattır. İşte bu yüzden rüşvete, yolsuzluğa kalkışırlar.
Tarihte milletlerin yıkı1ışına sebep olan unsurlardan biri de aşın zevk ve rüşvet demiştik. Orhun Abideleri'nde Göktürkler Kağanı KÜL TİGİN; "Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok Türk milleti öldün; Türk milleti öleceksin", derken bazı Türklerin, Çinlilerin verdiği hediyelere aldanarak, onlara esir düştüğü, sonradan da öldürüldüklerini açıkça ifade etmektedir. Demek ki Türk beylerinin ve halkının Çin'e esir düşmesinin sebebi de rüşvettir. Tarihte bunlardan başka da birçok olaylar görmek mümkün. Hukuk devleti olan Roma İmparatorluğu'nun kadın ve erkekleri vatanını seven, namuslu ve dürüst kişilerdi. Sonraları bu insanı değerlerin hepsini yitirmişler. Namus kavramı ortadan kalkmış, rüşvet ve israf itibar görmeye başlamış; bu yüzden koca imparatorluk parçalanmaya başlamış. Artık bundan sonraki hukuk hâkimiyeti, şahsiyet, gurur ve namus kavramları da Roma İmparatorluğunu yıkmaktan kurtaramadı.
Toplumlarda helalin üstün, haramın horlandığı bir ortamı sağlamak için İslami bilgilerle çocuklarımızı yetiştirmek gerekir. Önce aile büyüğü olarak çocuklarımıza helal lokma yedirmeliyiz. Helal lokmayla büyüyen çocuklar da, helal davranışlarda bulunup, haramdan kaçınacaklardır. Ailesinde ve okulunda iyi bir terbiye almış çocuklarımız da ileride devlet kademelerine geldikleri zaman sorumluluğunu bilecek dürüst ve ahlaklı bir hizmet gerçekleştirecektir. Rüşvet ve görevinde suiistimal eden kişileri araştırdığımız zaman, çocukluğundan itibaren ya haram lokma yemiş, dini eğitim görmemiş veya aile terbiyesini eksik almış olarak karşımıza çıkar.
Ziya Gökalp; "Çocukluğunda sağlam bir dini terbiye görmeyenlerin şahsiyetlerinde mutlaka eksiklik olur" demektedir. Demek ki toplumun bu hale gelmesinde "Laik eğitim sistemi" diyerek okullarımızda göstermelik bir din eğitimi vermemizin vebali büyüktür. Avrupa' da lise mezunu olan bir öğrenci “2000" saate yakın bir dini eğitim görürken; bizde Lise mezunu bir öğrenci “5OO” saate yakın bir dini eğitim görmektedir. Bütün bunlara rağmen bazı politikacılarımız "Laiklik elden gidiyor! Okullardaki din dersleri kaldırılsın! İmam Hatip Liseleri kapatılsın! Demokrasi tehlikeye giriyor" gibi çığırtkanlık yaparak devlerimizin dini değerleri ile adeta alay etmektedirler. Avrupa hayranı olan bu zihniyetlere sesleniyoruz! Avrupa devletlerinin kendi dinlerine verdikleri önemi araştırıp ondan sonra dini eğitimin Türkiye' de ne kadar verilip verilmediğini konuşsunlar. Bunların korkusu demokrasi ve laiklik değil.
Devlet kademelerine gelen; haramı ve helali bilen, kişi sayısı çoğaldıkça rüşvet alamayacaklar, yolsuzluk yapamayacaklar da ondan.
Kısa zamanda köşe dönme ihtirası rüşveti körüklemiştir. Ahiret korkusu olmayan; harama yöneldiği zaman cehenneme gideceğini bilmeyen insanlar; "Devletin malı deniz yemeyen domuz" gibi kötü bir zihniyetin içine girmişlerdir. Hâlbuki bu insanlar, devletten yenen paranın kişilerden alınan rüşvetten daha korkunç, daha kötü olduğunun farkında değiller. Çünkü devletin her kuruşunda fakirin, fukaranın, yetimin ve anne kanındaki çocuğun dahi hakkı vardır. Allah - ü Teâlâ, "Karşısına kul hakkı ile gelinmemesini, kul hakkını kesinlikle affetmeyeceğini" belirtmektedir. Şahıstan alınan rüşvet bir kişinin kul hakkı olmuş oluyor; ama devletten alınan rüşvette o devletin bütün insanlarının hakkı vardır. Şahıslarla helallaşılır, ama devletle helalleşmek mümkün değildir.
Helal ve haramı kendi menfaatimize göre değiştirmemiz bizleri birçok şeylerin kölesi haline getirmektedir. Haramla beslenen bir vücudun, cennete giremeyeceğini bilen bir Müslüman’ın haram yemesi mümkün değildir. Öyleyse çalışarak el emeği, göz nuru, alın teri dökerek kazanmak gerekir. Bir lokma yiyeceğin kendisi helal olabilir. Ancak onun kazanma yönleri de helal olmalıdır. Helal lokma helal olmayan yönlerle kazanıldığı zaman haram olur.
Rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk, gasp ve dolandırıcılık gibi insanın yaradılışına ters düşen, gayri insani, kötü ahlak unsurlarının giderilmesi için, bir takım tedbirlerin alınması gerekir: Bu da İslami terbiye ile oluşur. Rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk, gasp gibi her türlü haram yollan Allah tarafından yasaklanmıştır. Kulun bu yasaklardan kaçınması için kuvvetli bir imana ve bir nefis terbiyesine ihtiyacı vardır.
Toplumda rüşvetin önlenmesi için herkese görev düşmektedir. Özellikle anne ve babaların görevi büyüktür. Çocuklara, küçük yaşta helal, haram ile dini ve ahlaki kuralları öğreterek; iyi bir aile terbiyesiyle yetiştirmelidir. Anne ve babalar küçük yaşta çocuk arma daha hassas davranmalı. Çünkü çocuk bu yaşta öğrendikleriyle hayata yön verecektir. Aynı zamanda okulda da ahlaki ve dini terbiyesini tam olarak alması gerekir. Aile ve okul terbiyesi birbirine bağlı olarak gelişir. Şu durumda vatansever öğretmenlerimize de büyük görevler düşüyor. Rüşvet ve yolsuzlukların önlenmesi için vicdani duygular Allah korkusu ile dolmalı. Ahiretin varlığı ve onu düşünmesi, insanın dünyada yapacağı hatalarının karşılığını göreceğini bilmesi, yapacak olduğu birçok hatalardan dönmesine neden olur.
Helal ve haramı bilen ve hayatta da uygulayan toplumda insanlar birbirinden emin olur, birbirine karşı daha saygılı davranır. Helal lokmanın kazanıldığı toplumda da herkes hakkına saygı gösterir. Dolayısıyla adalet sağlanmış olur. Adaletin olduğu yerde de huzur, güven ve mutluluk vardır.
Ahmet CENGİZ
BİLİR MİSİN?
Uçan kuşun kanadından,
Yanan ateşin dumanından,
Haksız yere öldürülen,
İnsanoğlunun canından.
Bilir misin?
Nice mesajlar yükselir.
Diz gelip de ellerini,
Can - ı gönülden havaya açandan,
Gece - gündüz arza ışık saçandan,
Şerden, Şeytandan kötüden kaçandan,
Bilir misin?
Nice mesajlar yükselir.
Basın, TV, gazete, kitap vs. kâğıttan,
Bosna - Hersek, Azerbaycanlıya yakılan
Vaveyla içindeki fakirden,
Meteliksiz gezen züğürtten,
Bilir misin?
Nice mesajlar yükselir.
Yanan elektriğin titreşiminden,
Elementlerin kimyasal bileşiminden,
Cisimlerdeki esrarengiz iletişimden,
Bilir misin?
Nice mesajlar yükselir.
M.KUTSALER

KURTLARLA DANS ÜZERİNE

Bazı kitaplar vardır insanı bambaşka bir âlemin derinliklerine sürükler. Mesela Nihal ATSIZ'ın ünlü romanı "Bozkurtlar" gibi. Roman, sizi o başka diyarların birinde yaşatır.
Bu kitaplardan biri de ünlü Amerikan yazan Michael Blak'in "Kurtlarla Dansı". Hani denir ya bir çırpıda oluverdi bitti. Kurtlarla Dans'ın okunması da öyle. Hızla geçen bir sinema şeridi gibi bir solukta geçip gidiyor.
Belki içinden geldiğimiz köy, yayla, kır, her ne deniyorsa o kültürün etkisiyle aldığımız milli terbiye veya anlayış olsa gerek "Kurtlarla Dans"tan çok etkilendim.
Yaylaların ak topraklı, kızıl tarlalı düzlüklerinden, sedir ve ladin ağaçlarından oluşan çal ormanlarına giriliverişini yaşamışızdır. Kurtlarla Dans edenin macerası öyle bir yerde geçiyor. Bir sınır karakolunda görevlendirilen Amerikalı teğmen, görev yerine ulaştığında kendi gelişinden çok önce terk edilen bir mekânla karşılaşır. Ne yapacağı üzerine düşüncelere dalarken görev anlayışının etkisiyle Kızılderililerle sınır oluşturan karakolda kalmaya karar verir. Kızılderililerin düşmanı olarak geldiği bu bölgede onlarla dost ve onlarla birlikte çevreye adapte olur. Yıllar geçer, arayan soran olmaz. Kimliğini, gerçek subay kimliğini kaybeder. Yeni bir hayatın parçası olur, her gün öğleden sonra iki ön ayağı beyaz bir kurtla arkadaşlık kurar. Ona çifte çorap adını verir. Adeta kurtla dans eder. Sonunda olan olur. Gerçek vahşi "Beyaz adam" bu topraklara ulaşır. Önce ormanı yok eder. Sonra çifte çorabı öldürürler. Derken Kızılderilileri ve kurtlarla dans edenin yenidünyasını yok ederler.
Batı insanın sadece bir bölümünü, Kızılderili Soykırımını anlatan "Kurtlarla Dans'ı" okumak isteyenlere tavsiyem hiç zaman kaybetmemeleri.
Hamdi MERSİN
ANAMUR'DA TURİZM
Dünya nüfusunun artması, teknolojik gelişmeler, insanların refah seviyesinin artması, ulaşım imkânlarının sağladığı kolaylıklar, sosyal ve kültürel alanda meydana gelen gelişmeler, konaklama kuruluşlarında görülen artışlar, reklâm ve tanıtma faaliyetleri dünyada ve ülkemizde turizmin gelişmesini olumlu yönde etkileyen Önemli unsurlardır. Yapılan araştırmalar ve tahminler bu gelişmenin artarak devam edeceğini göstermektedir.

Son yapılan istatistikî araştırmalarda 1,5 milyar insanın turizm amaçlı olarak hareket ettiğini, bunun yaklaşık 140 milyon kadarının uluslararası turizm hareketlerine katıldığını, yine bu cümleden olmak üzere ülkemizde yaklaşık olarak 8 milyon kişinin seyahat ettiğini, 2 milyon kadarının turizm faaliyetlerine katıldığını görüyoruz. Uluslararası turizm piyasasının 145 milyar USD olduğunu ve bunun büyük bir kısmını İsviçre, İtalya, Fransa, ispanya, A.B.D. Japonya, İngiltere, Uzakdoğu ülkeleri tarafından paylaşıldığını, Türkiye'nin ise son yıllarda meydana gelen artışlara rağmen bu muazzam büyüklükteki pastadan ancak, 2–2,5 milyar Dolarlık bir paya sahip olabildiği anlaşılmaktadır.
Ülkemizde konaklama kuruluşlarının gerek kapasite, gerekse sayı bakımından anması, ulaşım vasıtalarında meydana gelecek gelişmeler, ulaşım yollarındaki iyileştirmeler, reklâm ve tanıtmaya verilen önem, turizm eğitim ve öğretimi, sosyo-kültürel gelişmeler ve diğer unsurların yeterli seviyeye ulaşmasına paralel olarak turizm hareketleri de gelişecek ve insanlarımızın daha refah bir hayat seviyesine ulaşması mümkün olabilecektir. Zira turizm bir tarım veya bir sanayi gibi sadece tarım sektöründe veya sanayicinin çabalarına bağlı olarak değil birçok sektörün etkisi altında gelişen veya gerileyen bir faaliyet türüdür. Turizmin başarısı, tarımın, sanayinin, ticaretin, hizmet sektörünün başarısı demektir. Bu olay tıpkı bir saatin çarklarının düzenli olarak çalışıp çalışmadığına benzemektedir. Dişlilerden veya çarklardan birinde meydana gelebilecek aksama saatin bütün olarak çalışmasını etkilemekte ve engellemektedir ki, turizm de üzerinde titrenmesi, korunup kollanması gereken nadide bir çiçek gibidir.

Ülkemiz dünyanın önemli bir turizm cennetidir. Sahip olduğu yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, eşsiz güzellikteki doğal varlıklar, tarih öncesi dönemden günümüze zengin tarihi ve kültürel değerler, dünya coğrafyasının sağladığı eşsiz doğal imkânlar, denizler, dağlar, nehirler ve vadiler gerçekten ülkemizi dünyanın bir turizm cenneti olmaya hazır bölgeler haline getirmektedir. Böylesine zengin ülkemizin en güney ucunda yeralan Anamur, Antalya'ya 260 km, Mersin'e 230 km uzaklıkta, halen 50.000 kişinin yaşadığı, belki ulaşımındaki güçlükler nedeniyle henüz ekonomik ve sosyal bakımlardan fazla gelişememiş, tarihi, doğal ve sosyal bakımdan keşfedilmeyi bekleyen önemli bir turizm yöremizdir. Temiz ve ince kumu, ılık denizi, tabii koyları ile tedavi turizminin bir parçası olan Anamur kıyılarının tam olarak değerlendirilmesi, kış turizmi için sağladığı imkânların, dağcılık ve av sporunu sevenler için çevre dağ ve yaylalıkların, eşsiz güzellikteki yaylaların, çeşitli sportif kaynakların, denizle tarihin eşsiz bir kompozisyonu olan Mamure Kalesi ve Anamuryum harabelerinin özlemle faydalanılmayı bekledikleri Anamur her bakımdan geliştirilmesi ve korunması gereken şirin bir yurt köşemizdir.
Özetle ifade etmek gerekirse; turizm dünyada ve ülkemizde hızla gelişiyor. Anamur'da bu gelişmenin gerçekleşebilmesi için hepimizin elbirliğiyle, gönül birliğiyle çalışması, gücünü birleştirmesi gerekir. Bu konuda hemşerilerimizin haklı çabalarını ekonomik ve sosyal gelişmenin ilk kıpırdanışları olduğunu teslim etmek gerekir. Gerçekten Anamur il merkezine uzaklığı bakımından ülkemizde bir rekora sahiptir. Anamur yakın bir gelecekte ekonomik ve sosyal gelişmesini hızlandırmış, her bakımdan olduğu gibi turizm sahasında da gelişmiş bölgesi olarak coğrafyamızda yerini almış olsun.”
Hüseyin OSMA

YAYLA ÇOÇUKLARI
Biçilmiş ekin sapları
Benim gözlerim
Sıyrılmış küçük Yörük ayakları
Benim gözlerim
Dört duvar arasında otururken
Seyredersin de yayla çocuklarını
Bir şeyler anlatır ta derinlerden
Gözler buğulanıncaya kadar
Bir kamyonun kasasından
Seyredersin de yayla çocuklarını
Kirli paslı titreyen al yanaklarını
Keskin ayazda büzülerek
Seyredersin de yayla çocuklarını
Derinden kendinmişçesine üzülerek
Sen değil sana bakar yayla çocukları
Alaca karanlıkta görsem onu
Takatim kesilinceye kadar kovalasam
Acımasız vursam ona
Anlamlı bakar bana yayla çocukları
Dert bir değil ki dertlenesin
Hayat çift değil ki üzülesin
Dünya tek değil ki gülesin
Yörük kökenli yayla çocukları
Yaşadım ay arkadaş
Biliyorum yoksulluğu
Zenginliğin ne demek olduğunu
Kıskandırdı beni yayla çocukları
Dr. Fehmi MERT

OTANTİK
OTANTİK
A DEVEM
Çınar ARIKAN
Anadolu'yu dolaştığınız zaman aşk, sevgi, kahramanlık, tabiat, din, vatan, bayrak üstüne söz söyleyen, türkü çağıran birçok âşıkla, karşılaşır, söylediklerim dinler bundan da büyük keyif alırsınız.
Hep merak etmişimdir. Anamur'un gelmiş geçmiş âşıkları kimler ve bunlar bize hangi eserleri bırakmışlar diye.
Yaptığım araştırmalar, derlemeler sonucunda geçmişte yaşamış ve günümüzde hâlen yaşamakta olan halk ozanlığı yönü çok güçlü insanlar tespit ettim. Bunların söylediği şiirleri kasetlere alarak ölümsüzleştiriyorum. Zaman zaman bu eserleri dergilerde de yayınlatmaktayım.
Birçok şiirin, türkünün bize ulaşmasını sağlamış olan aslen Anamur İlçesi Karalarbahşiş köyünden İbrahim Melek’in bana aktarmış olduğu anonim bir özellik taşıyan yakımı ve hikâyesini sizlere aktaracağım.
Yakım yakmak Anadolu'da acı duyulan bir olay, bir ölüm karşısında dertlenme, hüzün, acı ve kalpteki acının seslendiril-mesi, yüksek sesle ilanıdır.
Geçmişte Bahşiş köylüleri kışın sahillerde, yazın baharla birlikte yaylalarda yurt tutan, koyun besleyen, göçer Yörüklerdi. Halen bu geleneği bir kısmı sürdürmekte, sürüleriyle birlikte bahar basında Anamur yaylalarına ve Karaman ilindeki Barçın Yaylası’na göçmektedirler.
Daha dağların delinmediği, toprak yolların bile açılmadığı yıllarda, patika yollardan eşyalar, develere, at ve eşeklere yüklenir, yaylalara on, on beş günlük bir zaman içerisinde çıkılırdı.
Yayla göçünde develer büyük işe yarar, yayla yollarında, ‘sarı yayla’ türküleri çağrılırdı.
Karalarbahşiş köyünden olan Emine kız çok sevdiği lök üne(1) kendi eşyalarını yükletmişti. Diğer ev eşyaları da diğer develere. Emine kız sarı lökü ta küçüklüğünden itibaren kendi elinde büyütmüştü. Ona duyduğu sevgi bambaşkaydı. Bu yıl tam altı yaşına gelmişti. Yine Barçın'a gidiliyordu.
Sabah namazı ile birlikte yola çıkıldı. Deve bozulama-ları(2), lök ötüşleri(3), köpek havlamaları, koyun melemeleri, at kişnemeleri birbirine karışıyor, yerden insanın ciğerini yakan bir toz kalkıyordu.
Bu şekilde bir müddet yol alındı. Muarlar koyağının üst kısımlarına Zinhar(4) mevkiine varılmıştı. Günün ilk ışıkları da batı tepelerinin üst kısımlarına düşmüştü artık.
Bir anda olan oldu. Sarı Lök önce ön dizleri üzerine çöktü. Sonra yan üstü kaykıldı. Acı acı birkaç defa öttü. Sonra o koca vücut uzanıverdi ve hareketsiz kaldı. Emine bir anda ne olduğunu kavrayamamıştı. Ama lökü ölmüştü. Lökün yanına o da çöktü. Gözlerinden yaşlar sel gibi gelmekteydi. Ağlıyor, hıçkırıyor,elinden hiçbir şey gelmiyordu. Dizlerini dövüyor, yüzünü iki elinin arasına alıyordu. Sonra yanık, içten, insanın ta yüreğine işleyen bir yakımı(5) yakıverdi.
A DEVEM
Sarı löküm de bağdan boşanır, boşanır
Ala bağlısı(7) da yere döşenir, döşenir
Lökümün gız ablası da gütmeye üşenir, üşenir(8)
Vefasız yolda goydun da beni a devem oy. oy.. oy...
Sarı löküm de dağda yayılır, yayılır
Yayılır, yayılır da kendi doyunur, doyunur
Lökümün ötüşü de abamgile duyulur, duyulur
Kötü yolda goydun da beni a devem oy. oy.. oy...
Sarı löküm olmayınca da yaylaya gitmedim, gitmedim
Nerde benim löküm deyip de gütmedim, gütmedim
Ala bağlısını da tutup örtmedim, örtmedim
Vefasız sahilde(9) koydun da beni a devem oy. oy.. oy... (*)
(*) Yakım: Dağa, taşa, ağaca, hayvanlara, üzüntüye, kedere, sevince, neşeye ağıtlar, şiirler söyleme.
________________________________
(1) Lök: Altı yaşındaki erkek deveye verilen ad.
(2) Deve Bozulaması: Devenin ötmesi, ses çıkarıp, bağırması.
(3) Lök Ötüşü: 6 yaşındaki devenin ses çıkarıp, bağırması.
(4) Zinhar: Anamur’un Kaş Yaylası ile Muarlar Koyağı arasında bir mevki ismi.
(5) Yakım: Dağa, taşa, ağaca, kuşa, acıya tatlıya şiir söz, türkü söyleme.
(6) Ala Bağlı: Devenin havudunu (palanın) bağlamakta kullanılan ala kilim deseninde dokunmuş ip (kolan).
(7) Üşenme: Tembellik, atalet, iş yapmak istememe.
(8) Sahil: Deniz seviyesi, kışlak.
(*) Kaynak Kişi: İbrahim Melek. Anamur Karalarbahşiş köyü. 1933 doğumlu. İlkokul mezunu.
Derleme; 1988 yılında Çeltikçi köyünde, İbrahim Melek’in evinde ses kayıt cihazı ile yapılmıştır.

HİKÂYE
DAYIMIZ OLMASAYDI
Hüseyin ŞİNASİ
Müdür bey seni istiyor dediler. Ceketimin düğmelerini ilikleyip kapıyı tıklattım ve daldım içeri. Cemil Bey gazetesine iyice dalmıştı. Odasına birilerinin girdiğini farkedince fıldır fıldır gözlerini kaldırarak:
- Haa, sen misin? diye acayip acayip yüzüme baktı. Etrafıma şöyle bir baktım. Hayır, benden başka kimsecikler yoktu odada. Ve gerçekten bendim içeri giren. Fakat bu iş bu kadar açıkken niye kızdı bu adam? Her zamanki asabi haliyle beni bir müddet süzdü süzdü.
Anlayacağınız Müdür Beyle renklerimiz pek uyuşmamakta.
- Dur bakim biraz… dedi. Durdum hakikaten de.
Tekrar gazetesine yumuldu. Okuyup bitirdikten sonra, yumuşak döner koltuğuyla bana doğru dönerek:
- Sana... dedi ve sustu öylece. Nefes kesen bir sessizlikten sonra, açtı ağzını, yumdu gözlerini ve: Sana, kendini ispat edebilmen için bir fırsat daha vereceğim. Bu artık senin için son şans biliyorsun.
- Evet efendim.
- İthal ettiğimiz malların gümrük işleri var biliyorsun. Ankara'ya kadar uzanacak ve gerekli işlemleri yaptırarak müsaadeyi alacaksın.
- Tabii efendim. Dedim.
Evet, benim için bu son bir fırsattı. Kendimi bu şekilde kabul ettirebilirsem Ankara'da işleri evvel Allah yağdan kıl çeker gibi çekip çevirirsem. O zaman gelsin paralar, gelsin arabalar ve emrime amade kızlar. Bunlar kafamda bir film şeridi gibi akarken hiç farkında olmadan heyecanlanıvermişim.
- Çok teşekkür. Teşekkür ederim efendim... çook çok mersi... Diyerek iltifatlar yağdırırken hemen ilave ediverdim. Müdür Bey yalnız birşey soracağım. Pardon iki şey, hangi tarihteki mal ve hangi bakanlıkta?
Ah şu aptallığım ah. İşte Cemil Beyi küstürdük yine. Hem nasıl düşünemem şu kimyevi hammaddeleri? Şu Gümrük ve Tekel Bakanlığını.
- Şinasi Beyyyy! Bu ne biçim memurluk böyle canım. İstersen sen içerde otur, ben gidip halledeyim bu işi haa? Ne dersin? Sonrada ismini yaldızlı harflerle yazdırıp asalım şuraya.
Tepem atıvermişti hemen, fakat- Şaka yapmayın ne olur efendim? Rica ediyorum, Ankara'da o kadar çok bakanlık o kadar çok işimiz var ki? Bunlardan hangisine, hangi işe gideceğim. Maliye'ye mi, Gümrük Tekel'e mi, yoksa Dışişleri'ne mi, Bayındırlık Bakanlığına mı gideceğim bunu öğrenmek istiyorum, dedim.
-Bunlardan biri dedi, Bizimki.
İşte o zaman ikinci sorumu kendime saklamaya karar verdim, bu politikaya da uygun olurdu çünkü. - Göreceksiniz efendim, bu işi yüzakıyla halledeceğim. Dedim ve odasından ayrıldım. Hemen elime geçen bu son fırsatın peşine düştüm.
Henüz şirkette hazırlıkları tamamlarken Müdür Beyin tebriklerini, övücü sözlerini duyar gibiydim. Kılı kırk yararak meseleyi anladıktan soma, telefonla Ankara'ya bir yer ayırttım. Müdür Bey aptal1ığımı, biraz da aptal1ığımı bildiğinden Gümrük ve Tekel Bakanlığında çalışan bir arkadaşının, daha doğrusu adamının birinin adını ve adresini verdi.
Ankara'ya, sisli bir sonbahar sabahında geldim.
Hani ne derler "Sora sora Bağdat bile bulunur" doğrudur azizim. Çünkü o koskoca Ankara'da Gümrük ve Tekel Bakanlığını ve Bizim Müdür Beyin samimi adamı Şemsi Çavuoğlu'nu bile bulabildim. N asıl mı? Anlatayım. İşe Gümrük ve Tekel Bakanlığını bulmakla başladım. Bakanlığı bulduktan soma Şemsi Beyi bulmak kolaydı artık. Bundan soma da erkenden gidip bir otele yerleştim. Günün yorgunluğunu atmak ve birazcık olsun dinlenmek için bir banyo yapmak ne kadar makbule geçer bilirsiniz. Ilık suda şöyle adamakıllı bir duş aldıktan sonra yatağa uzandım. Uyuyup kalmışım. Yataktan kalktığım zaman ise akşam olmuş, ortalık iyice kararmıştı. Kalktım bir sigara yaktım. Hayret bu sigara bu kadar acı mıydı ki? Tamam, anladım karnım aç da ondan, elimi yüzümü yıkadım ve otelin lokantasına vardım. Okkalısından bir yemek ısmarladıktan soma beklemeye başladım. Neyse efendim, uzatmayalım getirdiler yemekleri yedim. Tekrar odama çıktım. Yine uzandım yatağa, zaten gecenin dokuzu - onu olmuştu. Şimdi yatsam iyi olacak. Fakat gel de uyu bakalım şimdi. Şu işin bir daha tetkik edilmesi belki adama uyku getirir deyip dosyaya sarıldım. Evrakları karıştır babam karıştır. Şirketten aldığım notlan unutmuşum. Bereket Bakanlığın yazısının kopyası burada. Telefon etsem... 1. ama nereye? Şirkete mi? Olmaz çünkü.... Ya eve bu ( hiç olmaz, karım bir duyarsa bu rezaletleri anlıyorsunuz ya!... En iyisi bu işi kimseye duyurmamak ve bakanlıkta bu işleri tek başına halletmek diyerek, "Görelim Mevla neyler. / Ne eylerse güzel eyler... Nasihatini hatırlayıp, yatağa uzandım. Uzandım diyorum çünkü buna yatma k denmez. Uyu bakalım aslanım Şinasi uyuya bilirsen. Dön bu yana, olmadı dön o yana. Yok, aslanım yok. Sen en iyisimi yak bir sigara, sigara bitti, ver bir sigara daha, bir daha bir daha derken kül tablasını sigara izmaritleriyle doldurmuşuz. Çatla emi bu kadar sigara içmenin ne alemi vardı sanki? Nafile ne yapsak boş. Uyumak, uyuyabilmek mümkün değil. Neyse efendim, fazla laf etmeyelim, öyle de olsa, böyle de olsa ettik sabahı hayırlısıyla!
Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz yaptığım, yapmayı bir alışkanlık haline getirdiğim ilk ve belki benim için en mühim şey; sinekkaydı tıraş olmaktır.
Fakat bu sabah evet bu sabah her zamanki sabahlardan değil ki. Yüzümü kestirmişim hep. Herhalde bu aşırı derecedeki heyecanımdan, birazda uykusuzluğumdan kaynaklanmakta. Otelin lokantasına gidip, hafif yollu bir kahvaltı ettikten sonra Gümrük ve Tekel Bakanlığına gitmek üzere yola revan oldum.
Gümrük ve Tekel Bakanlığı'nı biraz olsun tarif etmemi ister misiniz? Efendim, Gümrük Tekel Bakanlığı Ulus – Kızılay arasındaki Opera Meydanında, bir hayli eski tarihi yapılardan birinde faaliyet göstermektedir. Ben daha ilk görüşte burasının bir müze olabileceğini düşünmüştüm. Fakat yanılmışım. Meğer burası Bakanlığın ana binasıymış. Aynı zamanda Bakanlığın karşında Büyük Tiyatro bulunmakta. Bunu da anti parantez belirtelim. Ne olur ne olmaz bakarsınız birgün büyük tiyatroya yolunuz düşer.
Bakanlığın önüne gelince hangi kapıdan gireceğime bir türlü karar veremedim. Nihayet, bakanlığın ön tarafındaki kapıdan girmeye karar vermiştim ki, kapının ardından birileri yasak der gibilerden elini salladı. Çaresiz geri döndüm. Biraz sonra baktım yan kapıdan bazıları girip çıkmakta, ben de daldım hemen. Tabii bakanlığın neresinde hangi işler yapılmakta bilmiyoruz. Kapıdaki nöbetçiye:
- Ne dersiniz, acaba gümrükleme işleri hangi... dememe kalmadan hala anlayamadığım bir kafa sallayışla cevap verdi. Bu defa içeri girmem mümkün mü dedim? Kiminle görüşeceğimi sordu bu kere de. Sahi kiminle görüşeceğim ben. Şöyle rastgele bir isim versem hayır olmaz önünde liste var. Hafızamı yokladım bulamıyorum. Fakat bizim kafa son anda imdada yetişti tabii. Evet, Şemsi Beyle görüşecektim ben.
- Şeeeeey, Şemsi Beyle görüşeceğim.
- Hangi Şemsi Bey? Şemsi Beyi, şu koskoca Şemsi Beyi nasıl tanımaz bu adamlar!
- Soyadını pekiyi hatırlamıyorum ama galiba eğitim şubesindeydi.
- Sana bir kimlik verelim siz arayın belki bulabilirsiniz. Hakikaten de bir kimlik verdiler taktım hemen yakama ve içeri süzüldüm.
Karşıma çıkan ilk görevliye,
- Bakar mısınız? Ben..... şey yani gümrük işlemlerini arıyorum da?
- Bilmiyorum, başkasına sorun, deyip kestirip attı. Kendi kendime olur böyle şeyler dedim bir başka görevliye yaklaştım ve:
- Şeeeey affedersiniz bir şey soracaktım. Yüzüme baktı, baktı. Adam deli miydi ne anlayamadığım bir ifade ile başını iki yana salladı,
- Sizin başka hiç işiniz yok mu, dedi.
- Hayır dedim şimdilik işim bu.
- Git beee adam başımdan, elimden bir kaza çıkacak. Gittim tabii. Koskoca Bakanlığın içinde bir kazanın çıkmasına, işin daha doğrusu boşu boşuna dayak yemenin alemi yoktu. Bu defa da şık giyinmiş birileri geliyordu. İşte buna sorabilirim dedim ve yaklaştım,
- Affedersiniz beyim, yüzüme baktı. Seslendi sonra:
- Adem Efendi kim bu adam? Atın dışarı. Emir demiri keser derler ya. Velhasıl attılar bizi dışarıya. Asabım iyice bozulmuştu. Ama aklıma patronun o soğuk yüzü gelince durdum orada bir. Baktım bu defa da bir kadın içeri girmekte hemen yakaladım,
- Hanımefendi, affedersiniz.... ben gümrük işlerini arıyorum, biliyor musunuz acaba? Dedim. Güldü,
- Tabi, dedi. Bilirim.
- Tarif etmeniz mümkün müydü?
- Ben de oraya gidiyorum. Götüreyim sizi.
- Memnuniyetle dedim. O önde ben arkasında 1 daldık içeri. Ama başka bir binaya. Kapıdan bir kimlik alıp çıktık ikinci kata.
- Burası dedi. Müdür Beyi göstereyim.
- Size zahmet olacak.
- Yok canım bunun ne önemi var ki. Ve Müdür Beyin odasını gösterdi de. Kapıyı tıklatıp daldık içeri. Esmer, orta yaşlarda 1 ve biraz şişmanca birileri oturmakta, bir gazetenin, bulmacasını çözmekle meşgul olmakta.
- Affedersiniz efendim bir maruzatım olacaktı da. Adam evet seni dinliyorum der gibi yüzüme baktı. Bizim bir gümrük müsaadesi işimiz vardı da onu. Kâğıtları çıkardım masanın üzerine koydum. Aldı baktı. Tamam dedim kendi kendime bu iş oluyor artık. Küçük bir kâğıt çıkardı. Yazdı, çizdi ve uzattı.
- Sağdan üçüncü odaya gidin dedi.
- Teşekkür ederim efendim, deyip çıktım. Üçüncü odadaki görevli ise biraz önce karşılaştığımız kadındı.
- Ne o yine mi sen dedi. Sırıttım. Güldü o da. Evrakları aldı incelemeye başladı. Dolabı açtı bir dosya çıkarıp önüne koydu, uzun uzun okudu. Yeni hatırlamış gibi bana dönerek,
- Ayakta kaldınız lütfen oturun. Dedi. Bu ne şeref böyle. Oturdum ve kadını incelemeye başladım. Yaşı fazla göstermiyordu ama bir otuz beş yaşında olması garantiydi. Pek güzel de sayılmazdı. Parmaklarına baktım boştu. Demek evlenmemiş veya evlenememiş. Bir ara başını kaldırıp bana bakmasıyla göz göze geliverdik. Utandı. Tabii ben de. Tekrar daldı. Odada kimsecikler yoktu. İçimden işte şimdi "siz evli misiniz " diye soracak deyip duruyordum. Sormadı, belki de buna cesaret edemedi. Fakat sıkıntısı her halinden okunuyordu. Bu, bana evrak inceleme değil de bir kavgayı hatırlatıyordu. Ama yine de evrak inceliyor görünmesi hoşuma gitmişti. İncelemesi bitmiş olacak ki başını yavaş yavaş kaldırdı.
- Evraklarınızı inceledim. Anlaşılıyor ki vakti geçirmişsiniz, sonra eksiklikler var. Sonra..... Sonra arkasını getirmedi.
- Peki, müsaade alabilmemiz mümkün değil mi?
- Biraz zor, Fakat size yardım edebilirim.
- Nasıl?
- Şimdi değil. Yarın gelin o zaman.
- Peki, ama neden şimdi değil de yarın?
- Konuyu Müdür beyle görüşmem lazım.
- Peki, o zaman ben yarın geleyim dedim evrakları topladım ve dışarı çıktım.
Ne olursa olsun Şemsi Beyi bu1malıydım. Postahaneye gittim. Telefon rehberinde Şemsi Beyin numarasını aradım. Yoktu. Son anda Bakanlığın telefon numarasını aramak geldi aklıma. Numarayı çevirdim karşıma bir kadın çıktı. Eğitim Şubesini bağlayabilir misiniz? Bağladılar da. Telefona bu defa da bir kadın cevap verdi. Şemsi Beyi rica ediyorum, dedim. Bekleyin biraz dedi ve az sonra karşımda kaba saba 1 konuşan biri çıktı. Şemsi Beyle, mi görüşüyorum dedim. Kim dedi. Şemsi Çuvaşoğlu’yla görüşeceğim dedim. Düşündü düşündü. Evet, buyurun ben Şemsi beyin yakın arkadaşı Selami dedi. Ben Şemsi Beyi istiyorum efendim dememe rağmen bağlamadı. Meğer bizim Şemsi Bey önemli biriymiş. Kapattı telefonu.
Bir daha deneyelim dedim. Aldım ahizeyi elime nihayet Şemsi Beyin soyadını hatırlamıştım. Ben Şemsi Çavuşoğlu'nun yeğeniyim lütfen bağlar mısınız dedim. Şırak bağladılar. Karşımdaydı Şemsi Bey. Anlattım derdimi ve dinledi bir güzel, sonra bir adres verdi orada görüşebileceğimizi söyledi. Tamam dedim kendi halime bu iş burada biter. Görüştük tabii sonunda. Beni ayakta karşıladı. Yüzünde gülücükler açtı birden. Meğer adam bizim patronun piyonlarından biriymiş. Ertesi sabah düştük yola. Bakana kadar çıktık. Bakan, müsteşarına müsteşar da genel müdüre havale etti bizim yazıyı. Şemsi Bey, artık buradan sonrasını sen halledersiniz. Halettikten sonra da benim yanıma gel sana söyleyeceklerim var, dedi. Şemsi Beyin ayrılmasından sonra, Gümrükler Genel Müdürünün kapısını gözlemeye koyuldum tabi. Bekle ha bekle yoklar. Daldım içeri bir kadıncağız oturup durmakta. Anlattım derdimi de ona. Evrakları aldı, biraz da o inceledi, sigarasının dumanını yüzüme doğru savurtarak,
- Müdür Bey İstanbul da yarın gelin, evraklar isterseniz burada dursun.
- Efendim bu.... efendim bu evraklar çok acele de?
- Müdür Bey burada diil camın anlamıyor musunuz?
- Peki, ne olacak, ben yarın dönmem lazım?
- Birşey yapamam, dedi evrakları toplayıp dışarı çıkmak düştü bize de.
Şemsi Beyin yanına gitsem, hayır, bu bir beceriksizlik olur. Bir günün bilançosu: sıfır elde var sıfır sonuç sıfırdı.
Ertesi sabah erkenden alıp evrakları çıktım yine yola ve Genel Müdürün kapısına dayandım hemen. Yine yoktu. Bekle ha bekle olmayacak bu iş. Çıktım tekrar müsteşarın katına, içeri almadılar bu defa da. Çaresiz döndük geriye. Kafam atmıştı birden fırladım dışarı ve bir lokantaya girip güzelce karnımı doyurdum ve çevreyi dolaşmaya başladım. Yolda Şemsi Beye rastlamayayım mı? İşin sonucunu sordu. Aynı yerinde durduğunu söyledim. Kırıldı bana tabi hemen. Niye efendim yanına gelmiyoruz, niye kendi halimize iş yapmaya kalkıyoruz. Sanki bizi bu kapıda bırakıp kaçan beyefendinin kendileri değil! Neyse aldırmadık buna. Evraklarımızı aldı ve bir hışımla Genel Müdürün kapısından içeri süzüldü. Az sonra içeriden bir gürültüdür, bir patırtıdır koptu. Eyvah dedim adamlar birbirine girdi. Hayır, tabi birbirlerine girmemişler anlaşma yollarıymış bu. N e bilelim biz bunları. Oradan da yaptırdı işleri tabi. Geldik şimdi, bizim birkaç gün önceki müdüre, bir iltifat taltif ki göreydiniz. Şaşırdım kaldım. Müdür Bey’e yaptı havalesini, bizini evrak dönüp dolaşıp geldi mi yine aynı kadına. Kadın kalkıp:
- Ben size söylememiş miydim bu iş burada biter yine diye. Fakat siz, evet siz inanmadınız bana ve araya başkalarını soktunuz. Hâlbuki sizinle dışarıda bir görüşme yapacak ve bu işi halledecektim. Buna rağmen işinizi yapacağım ancak şimdi değil. Görüyorsunuz ki saat dört buçuk on dakika soma çıkıyorum. İşlemler bitmez. En iyisi mi, siz yarına kadar bekleyin.
- Fakat ben yarın İstanbul' da olmam lazım, bana verilen süre çoktan bitti.
- Mümkün değil efendim. Hâlbuki dün gelseydiniz bu iş bitmişti şimdiye! Biz böyle çene çalarken on dakika da geçip gitmez mi? Kadın çantasını omuzladığı gibi dışarı fırladı çıkıp gitti. Bize odada yalnız başına kalmak düştü. Bu işte bir iş var diye merak ede ede çıktını dışarı. Biraz önceki kadını görmüştüm birden. Çaktırmadan takibe başladım. Yakınlarda bir lokantaya girivermez mi? Meğer kadını orada biri bekliyormuş. Selam sabah derken ince ince konuşmaya başladılar. Tabi konuşmaları duymak kabil değildi. Kafamda bir takım sorular peyda olmaya başladı bu kerede. Acaba bu kadın rüşvet mi alıyor? Acaba gizli kapaklı bir işler mi çeviriyor? Yoksa bir muhtekir mi? Bu sorular birbirini kovaladı fakat hiçbirine cevap da bulamadım. Çünkü adamlar biraz soma bir taksiye atlayıp gözden kayboldular. Bu kayboluş bana bir soru daha düşündürmesin mi? Yoksa bu kadın bir fahişe mi? Düşündüm kendi kendime ve karar verdim neden olmasındı. Fakat takip edemedim. Param yetmezdi buna çünkü.
Otele gidip yerleştim. Ertesi sabah işimiz yine o kadınla başlayacaktı. Bir hayli düşünüp taşınıp bu kadına nasıl yaranabilirim diye kafa patlattım. Hiçbir şey yapmamaya karar verdim sonunda. Belki bu işin içinden bir çapanoğlu çıkar başım belaya girebilirdi. Tekrar karşılaşmamızda işten önce kadını tahlil etmeye başladım. Yüzü biraz solgundu, hareketlerinde biraz kırıklık vardı.
- Biraz rahatsız gibisiniz? Dedim. Güldü,
- Hayır dedi. Gayet iyiyim.
- Belki yanılıyorum dedim. Ama yüzünüz biraz solgun da?
- Her zamanki halim o! demez mi bu defa da.
- Tabi mümkün. Olabilir demek zorunda kaldım.
Bizim işi yine savsaklamaya başlamaz mı? Artık tepem atmıştı.
- Hanımefendi...
- Efendim, dedi, yüzüme baktı. Bu bakıştan ürktüm doğrusu. Söylemek istediğimi söyleyemedim.
- Adınız ne sizin?
- Ne yapacaksınız ki?
- Hiç dedim. Hiç merak ettim de.
- Nevin dedi. Nevin Tokoğlu.
- Evli misiniz? Bu sorum karşısında biraz şaşırmış bir vaziyette,
- Bunun ne önemi var ki?
- Hiç canım merak ettim de.
- Evli sayılmam, yani ne evli ne bekar ikisinin arası birşey.
- Güzel, dedim. Çok güzel ben de öyle olmak isterdim.
- Böyle bir hayatı çok mu özlüyorsunuz?
- Hayır, ama enteresan bir şey olmalı.
- Madem istiyorsun erkeksin ol.
- Kolay mı sanırsın, ya karım, ya çocuklar, onlara kim bakar sonra?
- Bunlar masal. Ben evlilik diye birşey tanımıyorum. İnsan hayatını yaşamalıdır. Özgür olmalıdır. Dahası insan kör taassubun kurbanı olmamalıdır.
- Belki siz haklısınız. Lütfen bu konulardan ben hoşlanmam. Siz benim şu işimi hallediverin ben gideyim.
- Sırası gelince yaparız.
- Yaa öyle mi, ben Şemsi Beye kadar gidip geleceğim evraklarım kalsın.
- Şikâyet mi? Siz hiç hayatınızda itin iti ısırdığını gördünüz mü?
- Köpeklerden korkarım ben. Nefret ederim köpeklerden.
- Benden söylemesi.
Tekrar Şemsi Beyi buldum. Anlattım olan bitenleri. Kadının adım verince bizim Şemsi Beyin eli ayağı titremeye başlamaz mı. Bu iş burada kalır delikanlı dedi. Neden diye sormadım. Koskoca Şemsi Bey bu kadından korkuyorsa bu işin içinde bir iş var demekti. Ne yapacağız şimdi dedim. Kafasını tavana dikti düşündü, düşündü. Sonra karar verdi. Sen evrakları bana bırak ve İstanbul'a dön dedi. Ben yaptırır getiririm. Kabul edemezdim tabi. Ona bir otelde buluşmayı teklif ettim. Yine düşündü taşındı ve razı oldu. Fakat evraklar yoktu bu kere de. Evrakların o kadında olduğunu söyledim. Git hemen al gel dedi. Şaşkın mı şaşkın bir vaziyette Nevin Hanım'dan evrakları alıp geldim ve Şemsi Beye verdim. Şemsi Bey evrakları alırken iki gün sonra Kendi Otelde buluşmayı teklif etti kabul etmekten başka bir çarem yoktu. Şemsi bey nasıl etti; ne yaptı bilmiyorum ama dediği gün dediği saatte evrakları tastamam getirdi ve bana verdi. Evet, herşey tamamdı. Nihayet kimyevi maddelerin ithal müsaadesi alınmıştı. Fakat kafamda birtakım çengeller de belirmişti şimdi. Acaba bu iş gizli kapaklı nasıl yürüyor, yürütülüyordu. Bu işle birtakım kirli işler mi döndürülüyordu acaba? Kafam bu ve bunun gibi bir sürü soruyla dopdolu olarak Ankara’dan ayrıldım.

VATAN BİLDİĞİM TOPRAK
Tayyar TAHİROĞLU
Valide misin. Peder misin bilmem ki,
beni kabul eder misin?
Sıcak sıcak kireç döktüler yüzüne
Cıva ile deldiler bağrını,
Milyonlarca ton beton yığdılar üstüne
kımıldanıp, yeşermeyesin diye.
Zümrüt ovaların vardı.
Ihlara gibi Vadi’lerin...
Üzerinde bulundukça bazı âdi’lerin
sefil misin, derbeder misin,
mutlu, sevinçli mi?..
İnsanı ters dik yeşerir derlerdi
katlettiler Çukurova’nı.
"İyi olmaz" diyenleri duymadılar
"Lazım olur" diyenlere uymadılar
El-Alem Cennet yaparken çöllerini
Onlar, biiir bir kuruttular göllerini
Pek yeniyse de naylon çaputların
vardı elbet
Göreme Ürgüp gibi harika yapıtların
Tanrı dikmişken onları yerli yerine
kırdılar.
kıranları seyrettiler gerine gerine
Acemi lâborant olup.
Oksijen küpü ciğerlerini dağladılar
bir karış tarla için.
Yazın sıcağında yanmış gönüllere
buz gibi su veren pınarların.
gölgesinde tabur tabur asker yatan
bin yıllık çınarların.
püfüüür püfür esen yellerin.
Köroğlu gibi bellerin vardı.
Erzurum gibi,
üzerinde kuzuların meleşip oynaştığı
Belen, Tekir gibi yaylaların.
Ağrı gibi efsanen.
Erciyes, Uludağ, Toros gibi dağların
Meram gibi bağların vardı.
Düşmana aman verdirmeyen:
Gülek, Zigana gibi dar geçitlerin
Tarihe destanlar yazdıran:
Çanakkale gibi boğazların vardı.
Haniii ? .. Nerde?
Her birine ya bir kement,
ya da düğüm üstüne düğüm attılar
İşlerine gelmeyenleri önlerine katıp
kovaladılar.
Ya da duymazlıktan gelip,
kulaklarının üstüne yattılar.
Valide misin. Peder misin
bilmem ki, beni affeder misin?
Yeşilin her tonu ile ayrı bir zevk
ayrı bir heyacan veren.
Sinesinde her türlü varlığı yaşatan
ırmaklarını yaşanmaz hale getirdiler
Evet katlettiler en güzel çiçeklerini
Lale, sümbül, mor menekşelerini
Dallarında öten bülbüllere
yuva yapacak bir dal bile bırakmadı
Öldürdüler uç uç böceklerini
zehirlediler kelebeklerini
Anam değil, babam değilsin amma
aslım sen, neslim sensin
Anlamıyorum? Bu insanlar niçin
Sana yaptıklarını beğensin?
Onlar adına: "SENDEN ÖZÜR DİLERSEM'
Bilmem ki!
benim özürümü kabul eder misin?
Ben Aras, ben Çoruh, ben Dicle, Fırat
Ben Trakya'nın Şah damarı Meriç ben Asi değilim
Ben Ceyhan, Seyhan, Menderes, Gediz
ben Kızılırmak, Yeşilırmak
bir şanlı tarihe tanıklık edim SAKARYA
Sende doğup, sende akar, sende yatarım.
sende konaklar, sende batarım
Sana hor bakmadım
Senin için de iki şehit verdim
Ormanlarını ben yakmadım
Yaradandan sonra sen en büyük.
Tüm canlılara hayat veren "TOPRAK"
Uğrunda milyonların can verdiği
VATANIM BENİM
Karadeniz'de Çay'ın Fındığın Yeter!.. be İnsanoğlu (!..)
Yeter !.. Bunca Ceviz (!) kırdığın.
Ah ne'olurdu bir de ... Olmasaydın?.
Ah, şu senin domuzların (!)
Biter miydi, acep;
Biter miydi hiç senin?..
ANAMUR'da MUZ'ların
Ak altın'ım tahıl ambarım, kilerim
sen olmasan ben N'iderim
İnsanlık adına Senden kat be kat
"ÖZÜR DİLERİM'

AZERBAYCAN İSTİKALAL MÜCADELESİ
İbrahim TUNA
"Her kimin kalbi, ya vicdanı değildir satılık,
Her kimin taş gibi yoktur yüreğinde katılık.
Milletin halini gördükçe gerektir yansın,
Derdine kalmağı daim özüne borç sansın.
Vatan uğrunda gerek şahs fedakâr olsun,
Böyle mevsimde yatan kimselere ar olsun.
...YA ER OL ORTAYA ÇIK, GEL KÖMEK ET GARDAŞINA,
YA GEDİP EVDE OTUR, HEM DE LEÇEK SAL BAŞINA."
Kömek: Yardım
Leçek: Kadın başörtüsü
Azerbaycan istiklâl mücadelesi şairlerinden Abbas Sıhat'ın yukarıdaki şiirinin son mısrasına hedef olmamak (!) gayesiyle, Azeri şair Ahmed Cevad ve onun Azerbaycan istiklâl mücadelesindeki yerinden kısaca söz etmek istiyorum.
Ahmet Cevad, 1892 yılında Azerbaycan'ın Gence vilayeti Seyfeli köyünde doğmuştur. 1909 yılında Gence "Mekteb-i Ruhaniye" okulunu bitirmiş ve 1912 yılına kadar Gence'de öğretmenlik yapmıştır.
Ahmet Cevad, gençliğinden ölümüne kadar Türk İstiklaline ve bunun bir parçası olarak Azerbaycan İstiklâl mücadelesine sadık kalmış; işkencelere, sürgünlere rağmen haklı davasından taviz vermemiş ve bu uğurda canını da feda etmiştir.
1937 yılında yüz binlerce Azeri aydın, çiftçi, memur ve köylü Ruslar tarafından Sibirya'ya sürülmüş, pek çoğu da öldürülmüştü. Aynı yıl Sibirya'ya sürülen Ahmed Cevad Ahundzade'den de bir daha haber alınamamıştır.
Biz burada Ahmed Cevad'ın bazı şiirlerinden örnekleri, yazılış sebepleriyle birlikte kısaca vereceğiz. Kıssadan hisse kapabilirsek ne mutlu bize!
Önce Ahmed Cevad'ın kendisinden, kim olduğunu öğrenelim:
"Soranlara, ben bu yurdun
Anlatayım nesiyim:
"Ben çiğnenen bir ülkenin,
Hak bağıran sesiyim."
1912 yılında Balkan savaşı çıkınca, Azerbaycan'dan gönüllüler İstanbul'a akmış "Kafkas Gönüllü Kıtası'nda" Türkiyeli Mehmetlerle omuz omuza savaşmışlardı. Bu gönüllüler arasında Ahmed Cevad ve şair arkadaşı Abdullah Şaik de yer almaktaydılar. Ancak bilindiği gibi savaş Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanmıştı.
Kısa bir aradan sonra Osmanlı Devleti bu sefer Birinci Dünya Harbi'ne katılır. Ahmed Cevad bu olay üzerine büyük ümitlere kapılır ve 15 Kasım 1914'te Gence'den şöyle haykırır.
Çırpınırdı Karadeniz
Bakıp Türk'ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem ayağına.
Sırmalar taksam koluna
İnciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana
Yol ver Türk'ün bayrağına.
Ayrı düştüm dost elinden
Yıllar var ki çarpar sinem
Vefalı Türk geldi yine
Selam Türk'ün bayrağına.
Kafkaslardan esen yeller
Şimdi sana selam söyler
Olsun bütün Turan eller
Kurban Türk'ün bayrağına
Kafkaslardan aşacağız
Türklüğe şan katacağız
Türk'ün şanlı bayrağını
Turan elde asacağız.
Dost elinden esen yeller
Bana şiir... selam söyler
Olsun bizim bütün eller
Kurban Türk'ün bayrağına.
Yıl 1915.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya harbinde, Doğu Cephesinde Sarıkamış harekâtıyla, Rus ordularını durdurmak isterken, çetin kış şartlan sebebiyle Allahüekber dağlarında 80.000 Mehmetçiğini şehit vermişti. Önü açılan Rus işgal orduları Doğu Anadolu'yu işgale başlamış, ilk etapta Kars ve Erzurum Rus ve Ermeni katliamına uğramıştı.
Bu olaylar üzerine BAKÜ'de bulunan "Azerbaycan Cemiyet - i Hayriyesi", Türkiye'nin doğu vilayetlerine, Rus'ların her türlü engellemelerine rağmen yardım etmektedir. Bu yardım ekiplerinden birinde görev yapan Ahmed Cevad, kardeş halkın bu bedbaht günlerinde Kars'ta karşılaştığı yürek parçalayıcı manzarayı şöyle dile getiriyor:
Armağanım yaslı nağme,
Bir kuş oldum çıktım yola.
Gittim gördüm dost ilinde
Ne bir ses var, ne bir layla.
Sordum garip minareden;
Akşam olmuş ezan hani?
Baykuş konmuş minberlere
Diyen hani, duyan hani?
Vicdan bana emreder ki:
Böyle günde bayram etme.
Kur'an bana yol gösterir:
Yoksulları meyus etme.
Ahmed Cevad, şiirinin son dörtlüğünde bayramdan söz ediyor. Şiir 22 Mart 1915'de yazılmıştır. 22 Mart Azerilerin "Nevruz" bayramıdır. A.Cevad, Kars'ta kardeş halkı Ruslar ve Ermeniler tarafından kılıçtan geçirildiği, şehir harabeye çevrildiği için onların yasına ortak oluyor ve bayramını yaşamıyor (Ya bugün bizler... !).
Dünya harbinin sonlarına doğru, Türk orduları Kafkas cephesinde Azerbaycan birlikleri ile Bakü önlerine geliyor. Savaşın en kanlı geçtiği anlarda, Ahmed Cevad, siperde aşağıdaki inanç, yüklü mısraları yazıyor.
BİSMİLLÂH
Atıldı dağlardan zafer toplan
Yürüdü ileri asker Bismillah
O, Han sarayında çiçekli bir kız,
Bekliyor bizleri zafer Bismillah.
Ey harbin talii bize yol ver, yol
Sen ey coşan deniz gel Türk'e ram ol.
Sen ey sağa sola kılıç vuran kol
Kollarına kuvvet gelir Bismillah.
Bakû savaşı zaferle sonuçlanır ve Milli Müstakil Azerbaycan Devleti kurulur. (28 Mayıs 1918) Ancak kısa bir süre sonra savaşın gidişatı değişir, Osmanlı Devleti Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalar. İzmir Yunanlılar, İstanbul da İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilir.
İstanbul'un işgali üzerine yasları bürünen A.Cevad şöyle dertlenir.
"O, sevdiğim mermer sineli yâr'in
Diyorlar koynunda yabancı el var
Bakıp ufuklara uzak yollara
Ağlıyormuş mavi gözlü akşamlar...
Ah ey solgun yüzlü dalgın İstanbul
Mavi gözlerin pek baygın İstanbul.
………."
Sevr barış tasarısıyla, Bakü İngiliz işgali altına girince, mücadeleyi bırakmayan A.Cevad İNGİLİZ başlıklı şiirini yazar.
Bakû'ya gelmişiz selam vermeye
Ey Han sarayını dutan İngiliz.
Giderken Kâbe’ye Hacı kervanı
Hacılar yoluna çıkan İngiliz.
Dimağında "Çanakkale" ağısı
Sen misin Türk illerinin yağısı?
İslâm dünyasını ölüm çalgısı
Ölüm niyetiyle yakan İngiliz.
Bu şiirin son mısrası A.Cevad'ın kuvvetli bir önsezisiyle bitiyor.
DÜŞECEK TAHTINA TALAN, İNGİLİZ
* * *
Azerbaycan hükümeti, Bakü' de şehitler için bir abide yaptırmaktadır. Bu abidenin temel atma töreninde A.Cevad şu şiirini okuyor:
Kalk kalk sarmaşıklı mezar altından
Gelmiş ziyarete kızlar, gelinler.
Ey kervan geçidi yollar üstünde
Her gelen yolcuya yol soran asker
Kovdukların senin yabancı hanlar
Kurtardı ülkemi döktüğün kanlar
Bak nasıl öpmekte tozlar dumanlar
Garip mezarını ben de beraber
* * *
1920 Nisan sonunda Kızıl Rus işgal orduları, Azerbaycan'ın istiklâline son verir ve pekçok Azeri aydının ve halkın ileri gelenlerini kurşuna dizerler. A.Cevad bu katliamdan yılmamış ve milli bayrağa hasretini şöyle dile getirmiştir:
"Çoktandır ayrı düştüm
Uç boyalı bayraktan
Ay dostlar ben yoruldum
Bu gizli ağlamaktan... "
A.Cevad zulmü sömürgeciliği "Hürriyet" diye propaganda eden Rus istilâcılarının yaptıklarını ise şöyle arılatıyordu:
"Cennet gibi bir ülke
Mezarlığa dönmüştü
Birçok evler yıkılmış
Hânımanlar sönmüştü
İşlenmemiş kalmadı
Bir cinayet bir günah
………
Yurdunu vermeyenler...
Doğranmıştı hınca hınç.
……..
Ağlamak oldu yasak
Zavallı mağlup ülke
Sana ne hukuk ne hak…
........”
* * *
A. Cevad, 1923 yılı sonlarında Ruslar tarafından tutuklanarak Bakü'de hapse atılır. Şiir yazmaması için her türlü tedbiri alırlar. Burada duvara yazdığı bir şiirde şöyle der:
"Hani yaz mevsimi gülüm çiçeğim
Tez düştü yurduma hazan ay eller
Ben yazabilmedim ellerim bağlı,
Yok mu bir derdimi yazan ay eller... "
Hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyen A.Cevad, korkunç Rus terörü yıllarında yazdığı bir şiirde şöyle der:
"Hüsranlar elemler buhranlar içinde
Kısık bir ses gibi öleceğim ben...
Böyle gözyaşıyla geçen ömrümün
Sonunda bir acı güleceğim ben...
Yakında didârın nasip olmazsa
Ümitsizlik beni düşürmez yasa
Alarak elime demirden asa
Bir gün huzuruna geleceğim ben"
* * *
Duygusal bir şair olan A.Cevad genç yaşta ölen kızına da şöyle der:
Bunu kim diyerdi bir seher çağı,
Tar-mar olacak ömrünün bağı,
İpek tellerinin gelse sorağı
Kalbimde ne güller biterdi kızım
* * *
Ruslar Azerbaycan’da tam bir katliam uygulamışlardır. Bu hususta kendilerine en büyük yardımcı da Ermenilerdi. Mesela Stalin döneminde Azerbaycan’da görevli olan Bagirov, Ermenilere uyarak 29.000 Azeri aydınını imha ettiğini itiraf etmiştir. Diğer katliamlar buna dahil değildir. Ayrıca yüz binlerce Azeri'de Sibirya’ya sürülmüş, birçoğu da orada katledilmiştir. 1937 yılında A.Cevad'da Sibirya’ya sürülür ve bir daha kendisinden haber alınamaz....
Ama şehitler ölmez....
Nitekim A.Cevad bir şiirinde şöyle der:
"Ben bir âşıkım ki, bu çaldığım saz
Dumanlı dağlara ses salacaktır.
Ağlattığım telde inleyen avaz
Elin hatıranda çok kalacaktır."

SEDİR’DEN
Bir derginin üstlenmiş olduğu görevi yerine getirebilmesi için dergici-yazar- okuyucu ilişkisinin sıcaklığı, aktifliği devamlılığı gereklidir. Bu üçlüden sadece dergicinin ya da yazarın aktif olması gelişme için yeterli değildir. Bu nedenle okuyucunun da görevini aktif olarak yerine getirmesi ve dergi hakkındaki yazılar ve ileri sürülen düşünceler hakkındaki görüşlerini bildirmesi gerekmektedir.
Okuyucularımızdan gelecek eleştiri, hem bizim daha iyi hizmet vermemizi, hem de bir tartışma ortamının gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bizim çıkış amacımız da düşünceleri tartışmaya açmak, demek görüşleri okuyucuya ulaştırmak ve okuyucuyu da bu tartışmaya dâhil etmektir.
Bu düşünceyle ilk sayımızın ağırlıklı konusu: Eğitim- öğretim ve öğretmen. Her şeyin eğitimden geçtiği, eğitimin başarısının, insanın başarısı olduğu felsefesinden yola çıktık ve bu işin merkezinde yer aldığı halde gerekli ilginin gösterilmediği öğretmenin bugünkü konumu ve beklentilerini de sendika yöneticilerinden aktardık.
Ayın dosyasının dışında yine ilgiyle okuyacağınız birbirinden bağımsız inceleme ve düşünce yazıları bu sayımızda yer almakta. Bu sayımızdan itibaren okuyucularımızın düşüncelerine, şiirlerine, hikâyelerine yer vermek istiyoruz. Ayrıca bu işe yeni başlayan genç arkadaşlarımızın çalışmalarını sergileyebilmek için sayfa açacağız. İnşallah ilginizle gerçekleşir.
İlginizin devamlı sıcak olacağı inancıyla gelecek sayımızda buluşmak üzere hoşça kalın.
Anamur Sedir Dergisi
Bu sayfa 34184 defa görüntülenmiştir.