YUMAK


Açıklama:
Kategori: KÖŞE YAZILARI
Eklenme Tarihi: 05 Mart 2019
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 16:42
Site: anamursedir-anamur dergi
URL: http://www.anamursedir.com/yazar.asp?yaziID=3805


           AÇIKLAMA:            

                                                 HOCALI KATLİAMI

26 ŞUBAT 1992-AZERBAYCAN/DAĞLIK KARABAĞ BÖLGESİ-ERMENİ KATLİAMCILARI YÜZLERCE KARANFİLİMİZİ VAHŞİCE (ŞEHİT ETTİLER) ÖLDÜRDÜLER...

1992 yılının Şubat ayının 25-ini 26-sına bağlayan gece Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kentinde çok sayıda Azerbaycanlı sivil, Ermeniler tarafından soykırıma maruz kalmıştır.

Bu katliamda 613 Azerbaycanlı Türk öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralı olarak kurtulmuştur. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları ve kafaları ile vücutlarının çeşitli uzuvlarının kesildiği görülmüştür. Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almıştır.

             Azerbaycanlı dostumuz Hafız İMAMNAZERLİ yazıları ile sitemizde yazıları ile yer alacaktır. İmamnazerli'nin ilk yazısı kendisine ait bir hikâyedir. Bu Hikâye; 26 Şubat 1992 tarihinde gözü dönmüş Ermenilerin Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinde yaşayan Türk kardeşlerimizi bir gecede nasıl katlettiklerini ve onlara nasıl acılar çektirdiklerini anlatan acıklı bir hikâyedir. İmamnazerli’yi böyle bir hikâye ve edebi bir dille o acıları anlattığı için tebrik ediyorum. Yüreğim dağlanmıştır bu hikâyede. Bana hikâyeyi ulaştıran Azerbaycan’dan Gülnare Cemaladdin hanıma, Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine uyarlama yaparken yardımlarını esirgemeyen Könül Hüseyin hanıma teşekkürlerimi sunuyorum.
 

Çınar ARIKAN

Anamursedir Yayın Yönetmeni

 
 

HİKÂYE         

         

                                               YUMAK

 

-Hocalı faciasının sarsıntılarını yaşamış insanlara ithaf ediyorum-

 

Eski radyodan Kadir'in yanık ve yankılı sesi, bağıran bir boğa sesi gibi geliyordu. Sanıyordum ki; şu anda Allah’ım yer ve gök Cehennem ateşi gibi tutuşup yanacak.

Kırmızı yumağı arıyordu Adile. Hayır, bu, o kırmızıdan değildi, rengi biraz açıktı. Koyu kırmızı bir yumak gerekliydi, kan pıhtısı gibi, onun renginde…

 

Önce pencerenin buharlanmış camına sıçramış, sonra da dağda ada çayının süzülüşü gibi, kayıp camın üzerinden aşağı süzülen pıhtılaşmış kanı gördü. Birazdan kan içinde çabalayıp, zaman zaman hırıldayan, son sözünü söylemeye fırsat bulmayan tek  kardeşimin boğazını mermi delip geçmişti. Kardeşim ölmüştü.

 

Babasıyla yardımlaşarak kardeşinin cansız bedenini alt kata indirdiler. Yeni dokuyup bitirdiği kilimi kardeşi Kamil’in üstüne yayıp, serdi. Gözünden akan kanlı yaşlar burnunun yanlarına doğru dökülüyordu.

 

‌-Evime ıstar kurdum, nakışları sıraladım, ilmekleri vurdum, ellerim, parmaklarım kırılaydı, kardeşim! Ey zalim felek! Bu ne zulümdür? Vurduğum nakışlar kardeşimin kanlı göğsünü  süsledi.

 

Bütün bunları söylemeseydi keşke. Çünkü sözünü söyleyip bitirdiğinde kardeşinin yan tarafındaki annesinin cansız-ruhsuz bedenini gördü...

 

Belki de uyanmayacaktı. Gördüklerini rüya zannedecekti. Rus idi, ya ermeni, Allah bilir, asker onun kolundan tutup bir şey söylemek  istedi. Adile’nin sözlüsü Server kendini yitirmiş, şuurunu kaybetmişti, kıvranıyordu. Askerin tavırlarını görünce, bir göz kapayıp-açıncaya kadar atılıp  boğazına sarıldı. Askerin elinden silahını çabucak çekip aldı. Server iki gece önce nişanlandığı Adile’ye: “Çabuk kaç, canını kurtar.” dedi. Ama bu uzun sürmedi. Adile kaçmaya fırsat bulamadı. Zalim düşman silahı alarak ateş etti. İkinci kurşun Server’in karnından beyaz karlara yayıverdi. Server kalktı, bir daha ateş etmek istedi. Tankın komutanı olduğu anlaşılan kişi, onu durdurdu. İçerideki tankın sürücüsüne işaret etti. Kara  canavar fısıltılı sesler çıkarak, egzozundan dumanlar atarak karlar üstünde, kan içinde çabalayan, bir yandan da karnını tutan Server’e doğru harekete geçti. Zavallı Server bir kez bağırabildi. “Allah’ım!..” Bu nasıl bir bağırmaydı, bu nasıl bir sesti? Tank hareket ediyordu ve arkasından kanlı ceset parçalarını kana bulanmış karla birlikte paletlerinden etrafa fırlatıyordu. Diğer  askerler de sanki yaylım ateşi açıyorlarmış gibi kahkahalar atarak silahlarını farklı yönlere tutmuşlardı.

 

“Allah’ım, Allah’ım!..” Hiç bir yere gidemeyen Adile, üstelik Server’in babası Yadulla bey de bu insanı ürperten, insanlığından nefret ettiren, sarsıcı manzarayı seyrediyorlardı. Adile yüzüstü yere düşmüştü.  Yürümek istedi, bacakları şişmişti. Ayakları yerden kalkmasına, gitmesine izin vermiyordu. Bacakları uyuşmuştu sanki. Kalkmaya çalışsa da kıpırdayamadı. Elleriyle karı tırmalaya-tırmalaya tankın sözlüsünün parçalarının attığı yere doğru gitmeye can atıyordu. Hiç bir şey yapamıyordu. Sesi de çıkmıyordu.

 

Komutan onun haline bakıp kahkaha dolu gülüşleriyle, askerlerden taraf döndü:

 

-Lan, bu istihbarat taburundan birisi mi? Neden sürünüyor? Ama hiç doğru dürüst sürünemiyor.

 

Askerlerden biri tekmeyle Adile’nin kafasına bir tekme vurdu ve komutana seslendi:

 

-Sürünemeyecek, komutanım.

 

Yadulla  bir heykel gibi kıpırdamadan, hiçbir şey yapmadan olanlara boş gözlerle bakıyor öylece duruyordu.

 

Yine komutan bir kahkaha daha attı. Yadulla’dan tarafa dönerek:

 

-Ulan, Hocalı’da heykel yoktu, bu da nerden  çıktı?

 

Yedulla sözü duyunca birden uyanır gibi kıpırdadı. Server’in ermeni askerinden aldığı silah karın üzerindeydi. Hiç kimse bunun farkında değildi. Yadulla  sporcu kıvraklığıyla kendini silahın üstüne attı. Ancak, yere düşmüş silahın yanında durmuş olan subay onun hareketlerini izliyordu. Silahın dipçiğiyle öyle bir darbe vurdu ki zavallı Yedulla beyin kanla karışık dişleri havada fırladı, sonra vücudu bir tarafa düşüp bembeyaz karı süsledi. Yadulla’nın kendini kaybettiğini gören Adile de bayıldı. Uyanınca kendini kapalı, eski püskü, pencereleri kırık- dökük bir odada buldu. Ama akrabalarından ayrı başka tanıdık bir sürü insan vardı. Hiç birinin  yüzünde gözünde  sağlam yeri yoktu. Ermeni Rus işbirlikçilerinin keyifleri yerindeydi. Aralarında aklı başında bir adam yoktu. Yarı canı gitmiş, can çekişen Azerbaycanlı bir subayın tırnaklarını penseyle söküyorlardı. Dayanılmaz bir acı içindeydi.. Subay bir kaç kez bayıldı. Ama kendine getirtip tekrar işkenceye devam ediyorlardı. Azerbaycanlı Subaydan tek istekleri  “Karabağ ermenilerindir.” diye bağırmasıydı. Onay istiyorlardı. Sonunda talihsiz subayın sağlam yeri kalmamıştı. Ellerini direğe  bağladılar. Demiri kızdırıp göğsüne haç resmi çizdiler. Yine yürekleri rahatlamamıştı kansızların. Ayaklarının arasında ateş yaktılar…

 

Yadulla  sessizliğe bürünmüş hiç sesi çıkmıyordu. Ansızın odanın kapısı açıldı, üstü-başı kana bulaşmış genci sürüyüp içeriye attılar. Komutana bir şeyler fısıldıyorlardı. Komutan başını sallayarak onayını bildirdi.

 

Yadulla oğlunu her tarafı kan içinde olsa da tanımıştı. Nede olsa baba yüreğiydi, Evladını kokusundan, duruşundan tanırdı. Oğlunu görünce öyle bir haykırdı ki, nerdeyse ermeni canilerinin bile bu haykırıştan ödü patlayacaktı.

 

--Natık, oğlum, seni de mi yakaladı bu kâfirler?

 

Komutan durumu anlamıştı. Natık için nasıl bir işkence düşünmüştü kimse bilmiyordu. Galiba, planları değiştirdi. Fısıldaştılar, sonra Yadulla’yı tekmeleye tekmeleye ortalığa getirdiler. İki iriyarı ermeni zalimi Natık’ın kollarını ve bacaklarını kırıp sonra onu Yədulla’nın önüne uzattılar. Başını  Yadulla’nın dizleri üstüne koydular. Yadulla ağlaya ağlaya kan içinde olan oğlunun başında ellerini gezdirerek okşadı. Dayanamıyordu… Ermenilere küfür ediyordu. Komutan eğilip Yadulla’ya seslendi:

 

--Seni işkenceden, sıkıntıdan kurtaracağım. Bakıyorum zaten ihtiyar birisin.

 

Bir anda cebinden bıçağı çıkarıp Natık’ın boğazını kesti ve ayağa kalktı:

 

--Evet, ihtiyar adam, sözümü tuttum, seni azapdan, sıkıntıdan kurtardım.

 

Yadulla bey bayılmıştı. Adile dişlerini o kadar sıkı  sıkmıştı ki,  ağzında biriken kan çenesine doğru akıyordu.

 

Akşama doğru  ermenilər sanki diğer esirleri unutmuştular. Oturup kalkıp, akıllarına geldikçe Yadulla’yla dalga geçiyorlardı. O konuştuğu zaman ermeniler Rus’lara çeviri yapıyor, onlar da bu duruma gülmekten bayılıyorlardı. Zavallı Yadulla bey ortalıkta feryat ediyor, sinirden ağzı köpükleniyor, elini ve kollarını sallayıp, bağırarak konuşuyordu:

 

-Kızım, neden ağlıyorsun? Daha iki gün önce elçilik olmadı mı, köpeğin kızı? Senin gelinliğin bembeyazdı, bizim oğlan da beyaz elbise giyinsin istiyordu düğünde, ancak, sonradan kafasına esmiş ki, beyaz ceketin üstünde üç dört tane kırmızı çizikler olsun. Sağ olsunlar, bu itin belinden gelip eşek sütü emenler koymadılar. Çocuk fazla uzağa gidip, çarşı-pazar arasın. Ne o, köpeğin kızı, neden ağlıyorsun? Yaa… Sözlünü hiç merak etme. Ruslar tankı kiralık veriyorlardı. Ne de olsa, bağda bostanda işe yarar diye. Ermeniler aldılar. Sonra da tankın tekeri bozuldu. Oğlan çilingir, hem de işinin ustası olan bir çilingir. Dayanamayıp, geçip tankın paletlerinin içine ki, neresinin bozuk olduğunu görsün. Korkma, kızım, orası buralardan daha sıcak. He, parçalarını diyorsan? Nereye gidecekler ki? Yaramaz, son zamanlar fazla kilo almıştı. Onun için paletlere sığmıyordu. Ne yapsın, zavallı çocuk, sonunda  mecbur kaldı, parçalarını doğrayıp geçti tankın içine… Bağırsaklarını da kendisi bilerekten açıp karlar üzerine serdi.  Diyorum ki, her ne mikrobu varsa bırak, karda ölsün. Bu Natık de hiç dediğimi tutmazdı. Boğazında et vardı, köpeğin oğlunu kaç zamandır doktora gönderemiyordum. Nihayet baktım ermeninin bıçağı iyidir, ağız açtım, o da sağ olsun, komutanı diyorum, evet, o da az önce, kesti boğazını. Çocuğun kafasını alıp Bakü’ye götüreyim Cemal doktora. Bademciklerini kestirip, sora tekrar yerine koyayım.

 

Yedulla bey sözünü bitirdi. Haykıra haykıra başını sıvanmamış olan taş  duvara çarptı. Yadulla’nın kanı dört duvarı boyamıştı.

 

Adile azıcık bildiği rus və ermeni dillerinde bu canilere küfür edip, sonra bayılırdı. Komutan Adile’yi işaret edip emir verdi:

 

-Bu kancığın dilini kesin. Başımızın etini yedi, sakın  ha öldürmeyin! Sadece dilini kesin!

 

İki ermeni Adile’yi bayıra görürdü. Dilini çekip dışarı çıkardılar. Komutan kendini yitirmiş, şuurunu kaybetmiş bir haldeydi. Natık’ın kafasını kestiği bıçakla Adile’nin dilini dibinden kesti. Bembeyaz karın üzerinde al kırmızı halkalar meydana gelmişti akan kanla...

 
           Aradan bir gün geçtikten sonra Adile kendine geldi. Konuşmaya çalıştı. Gayret etti. Boğazından sadece iniltiler çıkıyordu. Bir de duvarın dibinde daha “Kayınpederim” diyerek söylemeye fırsat dahi bulamadığı Yadulla’nın cansız bedenini gördü. O kadar acı ve içten konuşmuştu ki, yüreği dayanamayıp, duruvermişti..

 

Soyguncular içki meclisinde keyiflerine bakıyorlardı. Bir Azerbaycan subayı geldi. Sağ ayağından yara almıştı. O gönüllüler taburundandı. Natık’ın bölük  komutanıymış. Esirleri içeriden çıkarıp Ağdam yoluna yöneltti.

 

Adile hastanede gözlerini açtığında bacaklarının dizlerinin altından kesilmiş olduğunu gördü. Yolda gelirken ayakları soğuktan donmuştu Tam iyileşince onu engelli arabasında kurulmuş olan mülteci şehrine yolladılar.

 

Dar bir odaydı. Daha doğrusu, derdin bir üzüntünün, sıkıntının, acıların hücresiydi. Hana halı dokuma tezgâhı kurulmuştu. Küçük boyuttaydı tezgâh. Adile karşısında oturmuş  dokuyordu.  Duvarın her tarafına dokumalar, minyatür halılar, danteller  asılmıştı. Yanındaki  taburenin üzerine koyulmuş olan çay soğumuştu. Eski gramafondan Kadir Rüstemovun insanın kalbini yakan, yerinden sökecek gibi olan sesi yayılıyordu.

 

Dışarıdaki  ses şamata bir anda artmıştı. Ne oluyordu? Arabasını hareket ettirip pencereye yaklaştı. Uluslararası teşkilatlardan sık sık buraya ziyarete gelen kırmızı yanaklı, itam edici bakışları olan, yağlı suratlı sayın kişilerdi bunlar. Mültecilerle sohbetler yaparlardı. Pencereyi açıp dikkatle dinledi. Arabasını hareket ettirip dışarı çıktı. Temsilciler sohbetlerini kesip ağzını açıp yuman, kelimeler yerine boğazından inilti ve hırıltılar çıkaran kadına hayretle bakıyorlardı. Adile bir koluna beyaz ve siyah yumaklar geçirmişti. Dizinin üstüne koyduğu “Hocalı Katliamı” kompozisyonlu mini halıyı öfkeyle  arabanın üstüne attı. Sonra yumaklardan birini  üzerinde uluslararası teşkilatın logosu  yer alan ve sayınları buraya getiren arabanın uzun antenine taktı.   İnanılmaz hızla arabasını hareket ettirdikçe, temsilciler ve  arabaları  sanki örümcek ağına girmiş gibi oluyorlardı. Kimse yerinden kıpırdamıyordu.

 

Sonra…  Sokağın ortasına 2+2=4 ve arkasına da bir soru işareti yazdı elindeki iplerle. Galiba, yabancılardan biri Adile’nin tat olan, konuşamayan dilini anladı, kızardı, başını önüne eğdi. Gitmek istedi. Bacaklarına dolanmış yumak izin vermedi. 

 

Adile engelli arabasını çevirdi. Onların durduğu yerden şehir istikametinde bir yol uzuyordu. Adile yol aldı. Kendisi gittikçe, arkasında koluna taktığı beyaz ve siyah yumaklardaki ipler açılıp paralel şekilde uzanıyordu. Temsilciler öğlece yerlerinde kala kalmıştılar.  Mülteci çocuklardan biri tercümana dönüp:  “Kardeş, o halaoğluna anlat ki, kendini fazla yormasın. İki artı iki dört eder be… Ta bunun için ayda bir dünya masraf edip oradan oraya neden geziyorlar, her gün bir toplantı yapıp, kafalarını yormasınlar. He, bir de onların başkanına söyle ki, rahmetli Adile hala bana; ‘Biz yumak açıp halıya, kilime nakış vurup, sanat yaratıyoruz, onlarsa yumaktan zincir  yapıp toplumun elini kolunu bağlıyorlar.’ dedi. Bakıp görsünler, nasıl? Kendilerine de hoş mu bu hale düşmek!?”

 

Uzun yolda yumaklar açıldıkça Adile gözden kayboluyordu...

 

Temsilcilerden biri tercümana yaklaşıp:

 

--Ne diyor çocuk? Kim bu kadın?

 

Tercüman kederli bir şekilde iç çekti:

 

-Rahmetli Adile bacıdır. 92’nin şubatında ermeniler onun dilini kestiği zaman ölmüştü. Ruhu gelmiş, desin ki, biz tüm geçmişimizle, anılarımızla, düşüncelerimizle de diriyiz.

 

Uluslararası teşkilatın temsilcileri korkarak etrafa dağıldılar...

 

Hafız İMAMNAZERLİ

        Türkiye Türkçesine Uyumlulaştıran: Çınar ARIKAN

 
 
                                 Hafız İMAMNAZERLİ KİMDİR?
  
                               

 

Hafız İmamnəzərli (Eynullayev Hafız Minehan oğlu).

22 Nisan 1966 yılında doğdu.

Azerbaycan Devlet Kültür ve Sanat Üniversitesi mezunu oldu.

Büyük performansları özel bir rejisördür.

İlk hikâyesi “Delixananın, duvar saati ve şehitler” 1991 yılında, "Yol " gazetesinde yayınlandı.

Sumgayıt Devlet Drama Tiyatrosu'nda edebiyat bölümü, Azerbaycan film stüdyosunda müdür yardımcısı ve çeşitli televizyon kanallarında asistan, senarist, editör, baş editör, olarak çalıştı. Belgesel filmleri üzerine uzmanlaşmıştır.

1999 yılından bu yana Azerbaycan Yazarlar Birliği üyesidir.

2011 yılında “Başsağlığı ve doğum belgesi başlıklı" kitabı  yayımlandı.

Cumhuriyet basınında periyodik olarak tiyatro ve film sözcülüğünü yapıyor.

"Pelin lezzet", "Talihimi kendim seçmedim", “Labirintekiler”, “Ben kalıba sığmadım”,  “Pişman değilim ben aşığım" yönetmenleri ile televizyon sanat forumu onayladı.

Şu anda” Damat" komedisinin, "Yovşan etri", "Negatif kod" ve “Mubariz İbrahim özveri” sanat filmleri, ortak Türk Devletleri, projelerini, ortak paket yayını uygulamak için çaba sarf etmektedir.

Evlidir. Eşi Eynullayeva Tamella Serraf kızı ev hanımıdır. Oğlu Eynullayev Nijat sigorta temsilcisidir.

Eynullayeva Leyla Sumqayıt Devlet Dram Tiyatrosunda, basın sözcüsü olarak çalışıyor.